7 Ekim 2010 Perşembe

Ezgiler ve Marşlar

Sanatın bir düşünceyi veya fikri aktarmadaki görevi oldukça yüksektir. Bu aşamada kurduğu köprü sağlam ve etkili olur. Müzikte bunlardan biri kuşkusuz… Neredeyse müzik dinlemeyen insan sayısı yok diyebileceğimiz kadar azdır. Müslüman camianın da müzik konusunda çeşitli çabaları, uğraşları olmuştur. Bu uğraş 80’li yılların ortalarında başlamıştır diyebiliriz. O zamanlar “bant tiyatroları” vardı. Yani “kaset üzerinden dinlenen, görüntüsüz tiyatro” tanımını yapabiliriz. Genelde içerik olarak da Asr-ı Saadet yılları, o dönemde yapılan savaşlar, sahabenin kahramanlıkları anlatılırdı. Mute Destanı, Musab b. Umeyr, Mekke’nin Fethi gibi bant tiyatroları unutulmazlar arasındadır. İşte bu tiyatroların arasına da enstrümansız ezgiler - o zamanlar enstrümanların günah olduğu düşüncesi vardı- serpiştirilmişti.

Yener Turan, Tamer Duman, Ömer Karaoğlu, İbrahim Tanrıkulu, Eşref Ziya, Mesut Yabanigül, Taner Yüncüoğlu, Abdulbaki Kömür ilkler arasındadır. Bu yolda çok çalışmış, hala da çalışan ve çizgisinden asla çıkmayan Üstad Ömer Karaoğlu’nun ve birçok ünlü bestesi olan ( Şehid Türküsü, Kuşlar…) ve Ömer Karaoğlu ile birlikte 5–6 albüm yapan, “Sel” isimli solo albümü olan fakat günümüzde tanınmayan Tamer Duman’ın kurduğu Grup Selika ilk ezgi grubudur. Yine Eşref Ziya ile beraber 4–5 albüm yapan, Kalksam ve Dirilsem Albümündeki eserlerin yarısını yorumlayan ve “Ah Şehadet” isimli solo albümü olan İbrahim Tanrıkulu da büyük emektarlardandır. O’nun “Ey Mücahid Metin Yüksel, Bizlerin önderi siz şehidler” eseri asla unutulmamıştır.

Bant tiyatrolarını insanlar artık içlerindeki bu ezgiler için almaya başladılar. Hal böyle olunca da 90’ların başında artık ezgi, marş kasetleri çıkmaya başladı. Es Rahmet Rüzgârı, Doğ Ey Güneş, Elbet Sorulur, Andolsun, Kalksam ve Dirilsem adlı albümlerle tanıştık ve hala da dinlemeye devam ediyoruz. O kadar güzel, o kadar özgündü ki. 90’ların ortalarında bu sayılar daha da artmaya, ilgi çoğalmaya başladı. Aykut Kuşkaya, Bestami Korkmaz, Grup Kıvılcım, Grup Genç, Grup Mavera, Hakan Aykut, Mesut Çakmak, Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Kardeşlik Çağrısı, Mikail ve adını unuttuğum daha birçok kişi ve grup…90’ların heyecanlı zamanlarında, Bosna, Çeçenistan, Afganistan savaşlarının da etkisiyle ezgi ve marşlar doruğa ulaşmıştı. Fakat o zamandan günümüze gelen ve hala aktif olan çok az kişi kalmıştır maalesef. Grup Yürüyüş, Alper, Umut Mürare, Taha gibi değerli sanatçılar çıksa da eskiye özlem hiç bitmemiştir. Ama sonuç olarak İslami camianın özgün müziğinin yerini hiçbir şey tutamamıştır, tutamazda. Çünkü içerisinde samimiyet, gaye, direniş ve umut vardır.

Bari Siz Yapmayın

Anayasa değişikliğinden sonra ve yeni anayasa çalışmalarının gündeme gelmesinin ardından başörtüsü de akıllara gelmeye başladı. Belki de bir sene içerisinde bu sorun çözülebilir fakat önemli olan şimdiye kadarki imtihan süreciydi. Birçok onurlu bacımız üniversitelerini yarıda bıraktı, birçoğu da hiç gitmedi. Bu onurlu davranışları elbette Allah katında onları yüceltti. Rabbimizin emrine, cennet nimetlerine bu dünyanın geçici hazlarını tercih etmediler. Elbette cennet kolay kazanılmaz. Bu bağlamda bu imtihan da kolay değildi. Yasağın olduğu ilk zamanlarda her gün bir eylem, olay, haber çıkıyordu. Yani olay popülerleşmişti. Herkeste davaya aşırı bağlanma ve sahip çıkma pırıltıları vardı. Fakat aradan yıllar geçti, olayın medyatik heyecanı, sloganik söylemleri yavaş yavaş azalmaya başladı ve Müslümanlar o zamanki kadar davaya sahip çıkmamaya, davayı önemsememeye başladılar. Kırılmalar, dökülmeler, pişmanlıklar boy gösterdi.

İşin en can alıcı noktası ise birbirlerine desteği kestiler. Artık başörtüsünün yerini iyi bir fakülte, güzel bir diploma aldı. Alınan puanlar, girilen sınavlar, yapılan netler… Daha da kötüsü onurlu direnişçilere akılsız(!), basiretsiz dediler. Zaten sistemin engelleriyle yıpranmış bacılarımıza bir de Müslümanlar vurmaya başladı. Benim kızımda üniversite okusun, diploma alsın kaygısına düştüler. Davaya sadakat bu mudur? Vahiy böyle mi emreder? Neyse herkes kendi düşüncesinden ve görüşünden sorumludur. Ama asla bir Müslüman’a, başörtüsü konusunda ve diğer İslami eylemlerinde bedel ödeyen, acı çeken ve davasında sebat gösteren müminler için “yanlış yapıyorlar, ilerde pişman olurlar, hala orda mı kalmışlar, basiretsizler” gibi laflar etmek yakışmaz.

Müslümanlara düşen birbirlerine sürekli destek vermek, birbirlerini ve davalarını yarı yolda bırakmamak, bir iş yapacakken veya söz söyleyecekken kardeşleri üzerinde oluşturabilecek kötü etkileri düşünmek ve ona göre hareket etmektir. En büyük değer bedel ödeyebilmektir. Çünkü Allah asla kendi yolunda bedel ödeyen kullarını pişman etmez!

İki Dünyadan Hangisi?

“Bu dünyanın cezbedici hayatı, olsa olsa şu misale benzer: gökten indirdiğimiz bir su (düşünün); nihayet o insanların ve hayvanların kendisinden beslendiği bitkilerce emilir. Derken toprak (yapay) bir parlaklık ve baştan çıkarıcı bir tezyin ile arzı endam edip de sakinleri onun üzerinde tamamıyla hâkim olduklarını düşünmeye başladıklarında; bir gece vakti ya da güpegündüz, (ansızın) emrimizin infaz (vakti) geliverir: Böylece onu, sanki önceden hiç safa sürmemiş gibi kökünden sökülmüşe çeviririz. İşte Biz düşünen bir toplum için ayetlerimizi böyle açık ve anlaşılır bir biçimde dile getiriyoruz. ” (10/24) 1

Rabbimiz ne de güzel anlatmış değil mi? Bu ayet her şeyi anlatmada yeterli aslında. Dünya hayatının neyden ibaret olduğunu açıklıyor bizlere. Dünya hayatı böyleyken ona aldanıp ahireti unutmak ne ahmaklık değil mi? Ama maalesef hepimiz dünyaya dalıp gidiyor, çoğu zaman ahireti, ebedi yurdu, hesap gününü, cenneti ve cehennemi unutuyoruz. Bu anlamda dünyevileşmek müminler için büyük bir tehlike. Dünya rüzgârının bizi savuracağı yer kuşkusuz cennet olmayacaktır. Bizde bu tehlikeye karşı hayatımızın her anında Allah’ı anmalı, yapacağımız tüm eylemleri Allah’ı düşünerek ve Allah için yapmalıyız. Gittiğimiz ortamlar neresi olursa olsun, yalnızken veya bir toplulukla birlikteyken, konumumuz ne olursa olsun Allah’ın huzurunda bulunduğumuz gerçeğini unutmamalıyız. Ölüm çok yakındır elbet ve çok kolay gelebilir. Dünyayı merkeze alıp da ölümü bir kenara bırakırsak ansızın ölüm bizi bulabilir ve sonrası ebedi hayat. Kuran’da dünyaya dalmış, dünya için çalışan, dünyevi hazlarına esir olmuş kişilerin özellikleri verilmiştir. Kuranda bu konularla ilgili daha birçok örnek olmasına karşın çıkarabildiklerimize bakalım:

1) Dünya Hayatının Geçici Haz ve Anlık Zevkten İbaret Olması (3/14, 4/94, 7/24, 7/169, 9/38)
2) Şeref ve İtibar İçin Kâfirlerle Dost Olmak (4/139, 5/52)
3) Cimrilik Hastalığı (3/180)
4) Gurur ve Kibir (4/172, 9/25, 17/37)
5) Nankörlük (10/12–22–23)
6) Kıskanma ve Hased (5/27)
7) Dünya Malı İçin Yapılan Yanlışlar (6/151–152, 9/58–59)
8) Gönlü Allah Yolunda Harcadığında Kalmak (9/98)
9) Başkalarına Öğüt Verirken Kendimizi Unutmak (2/44)
10) Gösteriş ve Gönül İnciterek Yardım (2/264, 4/142, 9/54)
11) İbadetlerde Üşenme (9/54)
12) Az bir Pahaya Ayetleri Satmak (3/77)
13) Doğru Yola Girdikten Sonra Ayakların Kayması (2/209, 3/86)
14) Toplumlarla Alay ve Gıybet Hastalığı (49/11-12)
15) Kafirlerden Korkmak ve Onlara Saygı Duymak (4/77, 5/3, 5/44)
16) Kuran’a Karşı Kalplerin Katılaşması, Ayetlerin Tesirsizliği (57/16)
17) Kuran’a Terkedilmiş Kitap Muamelesi Yapmak (25/30)
18) Dünyaya Özlem Duymak (3/152, 6/70–71, 7/51, 7/176)
19) Çoğaltma Tutkusu ve Hırsı (102/1–2)
20) En Küçük Yardımı Dahi Esirgemek (107/7)
21) Dünyalıkların Ahiretteki Faydasızlığı (13/18,69/28)
22) Hayvanlardan Farksız Yaşam Sürmek (47/12)
23) Bizlere Allah ve Resulünden Daha Sevgili Gelen Dünyalıklar (9/24)
24) Kuran’dan Uzaklaşmanın Sonucu ( 43/36-37)
25) Şeytanın İnsanları Dünyevileştirmesi ve Allah’tan Alıkoyması (5/90-91)

Başlıklar ile ayetleri özetlemeye çalıştık ama tabiî ki yetersiz kaldı. Hepsini teker teker okursak eminim hepimize daha çok faydalı olur. Çünkü bizzat ayetlerden okumanın tesiri ve farkını hepimiz çok iyi biliriz. Elbette birde müminlerin özelliklerini, nasıl yaşamaları gerektiğini, dünyevileşme hastalığından ne yaparak kurtulmaları gerektiğini Rabbimiz kitabında bizlere söyler. Birde onlara bakmaya çalışalım:

1) Cennet İçin Yarışmak ve İyiliklerin Peşine Koşmak (3/133, 58/11)
2) Bollukta da Darlıkta da İnfak (3/134)
3) Öfkeyi Kontrol Altında Tutmak, Hataları Affetmek (3/134)
4) Hatada Israr Etmemek (3/135)
5) Her An Allah’ı Anmak (3/191)
6) Allah Yolunda Savaşmak (4/74)
7) Allah Yolunda Tüm Gayreti Harcamak (5/35)
8) Allah’ın Sevgisini Yitirmekten Korkmak (13/21)
9) İstişare Etmek,Danışarak İş Yapmak (42/38)
10) Ne Olursa Olsun,Kim Olursa Olsun Adaletten Taviz Vermemek (4/135)
11) Ölçme Değerlendirme Yaparken Dikkatli Olmak, Haksızlık Etmemek (55/8–9)
12) Vakarlı Olmak (25/72)
13) Allah’ın Huzurunda Bulunduğumuz Gerçeğini Unutmamak ( 10/61, 34/46)
14) Tebliğ Vazifemiz ( 7/6–7, 35/32)
15) Sevdiğimiz Şeylerden Vermek (3/92)
16) Bilmediğimiz Konuda Tartışmamak (3/66)
17) Bedel Ödemek (12/33, 29/10)
18) Yıkıcı Değil Yapıcı Eleştiri Yapmak (11/88)
19) İnsanlığa Model Olmak (2/143)
20) Ümmet Olmanın Gereğini Yapan Bir Ümmet Olmak (3/104)
21) Güzel Öğütle ve En Güzel Mücadele Yöntemiyle Davet(16/125, 23/96, 33/48, 41/34)
22) Müminler ve Kardeşlik (3/103, 3/156–159, 8/46&73, 49/10)
23) Gece Kıyamının Önemi ve Bıraktığı Etki (73/6–7, 3/113)
24) Gece Uykuya Ara Vererek Namaz Kılmak (17/79, 32/16)
25) Sabah Namazı Okuyuşu ve Manevi Algıları Açması ( 17/78)
26) Gerçek Bir Namazın Etkisi (29/45)
27) Tahriklere Gelmemek, Fevri ve Tepkisel Davranışlara Sürüklenmemek (30/60)
28) Bedel Ödemeden ve Sınanmadan Bırakılmayacağımızın, Cennete Giremeyeceğimizin Bilincinde Olmak (2/155, 2/214, 12/33, 29/1–2–3, 29/10, 47–31)
29) Seher Vakti İbadetlerinin Önemi (3/17)
30) Emanetlere Sahip Çıkmak ve Ahidlere Sadık Kalmak (23/8)
31) Müminlerin Birbirleri Hakkında İyi Zanda Bulunması Gereğini Bilmek (24/12)
32) Tüm Birikimlerden Daha Hayırlı Olanın Bilincinde Olmak (10/58)

Kuran’ı okumak yetmez, elbette öğüt almak ve yaşamak gerekir. Hayatımızın her anını ayetlerin rehberliğinde ve yaşayan Kuran Hz. Peygamber’in örnekliğinden yola çıkarak yaşamalı, Allah’a yaraşan güzel bir kul olmak için tüm gayretimizle çalışmalı, dünyanın geçici zevklerine dalarak yaradılış gayemizi unutmamalıyız. Son sözü yine Rabbimiz söylesin:

“Şüphesiz Allah’a tam teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, O’na güvenip inanmış bütün erkekler ve kadınlar, O’na adanmış bütün erkekler ve kadınlar, ahdine sadık bütün erkekler ve kadınlar, sıkıntılara karşı direnen bütün erkekler ve kadınlar, (Allah’a karşı) derin bir saygıyla titreyen bütün erkekler ve kadınlar, (Allah’a) sadakatlerini servetlerini yoksullarla paylaşarak isbat eden bütün erkekler ve kadınlar, benliklerini denetim altına alıp oruç tutan bütün erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan bütün erkekler ve kadınlar, Allah’ı sürekli hatırda tutan bütün erkekler ve kadınlar… (İşte) bunlara Allah sınırsız bir bağış ve muhteşem bir ödül hazırlamıştır.” (33/35) 2

1-2: İslamoğlu Mustafa; Hayat Kitabı Kuran, Düşün Yayıncılık, Mart 2009

10 Eylül 2010 Cuma

Referanduma Beş Kala...

Uzun, netameli bir süreçten sonra referanduma günler kaldı. Türkiye’nin siyasi gündemi yaz aylarında nadiren yaşadığı bir yoğunlukta geçti. Alanım itibariyle bizi doğrudan ilgilendiren referandum hakkında birkaç kelam –son günlerde de olsa- etmek yerinde olacak diye düşündüm. Lakin yine de teknik hukuki mülahazaları çok da tekrarlamak niyetinde değilim, yeni şeyler söyleme uğraşı içinde bulunacağım.


Hukukçunun en önemli vasıflarından birisi “objektif olması” olarak ifade edilir. Ne var ki söz konusu bir anayasa değişikliği ise hukuk yorumcularının kendi siyasi çizgilerinden etkilenerek değerlendirmelerde bulunmaları kaçınılmaz olmaktadır. Anayasa kanımızca siyaset biliminden bağımsız düşünülemez. Siyaset bilimi ise normatif-öznel görüşlere açık bir alandır. Hukukçularımızın kimileri devlet, resmi toplum, merkeziyetçilik, kollektivite, cumhuriyet gibi kavramlardan güç alırken; kimileri özel inisiyatif, sivil toplum, çok seslilik, otonomi, demokrasi gibi kavramları bayraklaştıracaktır. Bu farklılığın ve bu farklılığın doğurduğu farklı hukuki yorumların olağanüstü görülmemesi gerekir. Salt bu farklılıktan yola çıkarak bir tarafın hukuki yorumunu mutlak manada zayıf, başarısız bulamayız.


Peki hiç bir sınır yok mudur bu yorum farklılıklarının ayağını yere bastıracak? Nedir tüm bu ekollerin, bu farklılıkların nirengi noktası? Yine farklı görüşlere göre bu aradığımız kavram demokrasi, evrensel değerler, cumhuriyetin nitelikleri, kamu yararı, çoğunluğun görüşü, mutlu azınlığın hassasiyetleri vs… diye sıralanabilir. Lakin bizce tek kelimeyle net bir değerdir: adalet! Hukukçunun ve hukukun farklı ekollere göre farklı ilkeleri benimsemesi anlaşılabilir. Bunun içinde olmak üzere herhangi bir ideolojiye, dünya görüşüne angaje olmak dahi hoş karşılanabilir. Tüm bunların üstünde hukuk ve hukukçu bir tek değerden ödün veremez: adil olmak. Adalet ve zulüm ayrımında ortalama ahlaklı bir insanın tercihini hangisinden yana kullanacağı aşikardır; hukukçunun ise böyle bir ayrımda tercih hakkı olamaz. Hukukçunun en asgari ve olmazsa olmaz vasfıdır adil olmak.


Yukarıda geçen, hukuki yaklaşımların farklılığına karşı gösterilmesi gerektiğinden bahsettiğimiz hoşgörü, işte bu noktada, adalet ve zulüm ayrımında söz konusu olamaz. Ve ne yazık ki bu süreçte birçok hukukçunun (yahut hukukçu olmayan sözcünün) mensubu olduğu ideolojik, sosyoekonomik, felsefi “ideal”ini her türlü adalet mülahazasının üstünde tuttuğu gerçeği bir kez daha aşikarane ortaya çıkmış oldu. Hemen belirtelim kararımız “evet”ten yana olacak. Hatta “hayır” oyunu vereceklerin tam da eleştirdikleri noktalarda değişiklikle gelen genel farklılığın daha ötesine gidilebilirdi; yani moda tabiriyle "yetmez ama evet." Daha ötesine geçilmesinin talepçisi, takipçisi olmak kaydıyla evet. Mevcut hukuk sisteminin “adalet dağıtmak” mesleğinden istifa edip kendini ideolojik ortaklarını ve projelerini korumaya adamış olduğunu sık aralıklarla ve dehşetle temaşa ediyoruz. Bundan daha kötüsü olabileceğini sanmadığım için evet. Hayırcıların bütününün darbeci, kötü niyetli, vatan haini vs.. olduğunu düşünmüyorum elbette. Bununla birlikte hayırcıların hiç birinden geçerli her hangi bir sebep duy(a)madığımı söyleyebilirim.


İtirazlar HSYK ve Anayasa Mahkemesinin yapısını değiştiren değişiklik maddelerinde yoğunlaşıyor. Hayırcı cephe “kuvvetler ayrılığı” ilkesini vurgularken, demokrasiler açısından vazgeçilmez bu ilkenin doğup geliştiği batı ülkelerinin uygulamalarını açıklamakta zorlanıyor. Zira hayırcıların paradigmasına göre Batı’da meclisin, senatonun, devlet başkanının üye dağılımını çok daha etkin rol alarak belirlediği HSYK benzeri kurumlar ya da anayasal denetim yapan kurumlar yürütmenin, yasamanın maaşlı memuru mesabesinde olsa gerek. Tabii ki iddiam batıdaki her türlü uygulamanın kusursuz, yanlışsız, la yusel olduğu değil. Lakin bu iddia kadar büyük bir iddia da kaba tabirle Batı Devletlerinin bu işi bilmediğidir ve elbette ispata muhtaçtır.


Evvela ifade edelim ki -cumhur ulemanın görüşünün tersine- bizce bir hakimin siyasi görüşünü açıklaması, kendisini bu şekilde ifade etmesi tarafsızlığına gölge düşürmez. Bir ideolojiye sahip olmak o ideoloji yanlısı haksız karar verileceğine mutlak karine teşkil etmez. Eğer burada bir zaaf aranıyorsa hakimin kendi ideolojisini açığa vurması değil bir ideolojisi olmasıdır. Bunun önlenmesi, bastırılması mümkün olmadığından açığa vurulmasının önüne geçilmesi de anlamsızdır. Bizce hakimlerin kendi siyasi-felsefi konumlarını bir vesile ibraz etmeleri vicdanların rahatlaması açısından gizlemelerinden daha evladır. Hakim kelimesi yerine memur, öğretmen, kamu görevlisi.. koyarak da yukarıdaki aynı cümleleri rahatlıkla tekrarlayabiliriz.


Bu ayrı bir bahis olarak saklı kalmak üzere, tartışmaların en özünde aslında değişiklik teklifine konu olan kurumların siyasi görüşleri açısından üyelerinin yüzdesi bulunmaktadır. Yargının siyasallaşmasının ne anlama geldiğini hayırcıların konuşmalarının satır aralarında buluyoruz: mevcut iktidara yakın görüşlü insanların DA Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyeleri arasına girebilmesi… Yani yukarıda bahsettiğimiz üzere parlamentonun üye dağılımında daha etkin rol oynaması. Kilit noktası olarak, hayırcılar, mevcut iktidarın karşıtlığı üzerinden bir politika yürüterek, bu iktidarın değişiklikten maksadının kendi görüşünden hakimlerden oluşan bir mahkeme oluşturmak olduğu ifade ediliyor. Böylece kuvvetler ayrımı işlevselliğini yitirecek, siyasal iktidarın denetlenemediği bir tablo ortaya çıkacaktır. Oysa dikkatle ve insafla incelendiğinde değişikliğin gerek HSYK’da gerek Anayasa Mahkemesi’nde belli bir görüşten değil, her görüşten yüksek hakimin görev almasına yol açacağı görülüyor. Hatta denebilir ki mahkeme ve kurul üyelerinin siyasi eğilimleri değişiklikten sonra dahi milletin eğilimiyle paralel bir oranda belirlenemeyecektir, bu bir adaletsizliktir.


Hayırcıların burada itirazı bir mantık silsilesinin değil bir heyecan ve insiyakın ürünüdür. Zira belli ki hayırcıların söz konusu kurumlara yüklediği mana bu kurumların mono blok bir kaya gibi homojen ve iktidar karşıtı olması gerektiğidir. Bir türlü görmek istemedikleri nokta anayasa mahkemesinin –uygulamalarıyla tersini sık sık fiilen ifade etmiş olsa da- siyasi bir yerindelik denetimi değil bir hukukilik denetimi yaptığı gerçeği. Bir çok hayırcı, bu genel demokratikleşme sürecine karşı duran birçok devletçi acı bir şekilde anayasa mahkemesinin parlamentonun genel eğilimine ters yönde bir siyasi eğilime sahip olması gerektiğine inanıyor. Kimileri de böyle olmasını gayri-ihtiyari istiyor. Zira hayırcıların kendi siyasi görüşleri gereği birçok kötülüğün kaynağı kandırılmış ekseri çoğunluğu temsil eden, parlamentonun ekser çoğunluğuna sahip siyasi iktidarlardır. Evet, referandumla ilgisi bulunmayan bölücülük, gericilik, yabancı güçlerin maşası olmak, kayısı üretimini durdurmak gibi suçlamaların bu süreçte gündeme gelmesi aslında çok da şaşılası değil.


Nihayet bence tüm mesele mevcut HSYK’nın değişikliklerle ilgili ifade ettiği o itiraz: “bu uygulamalar ancak ileri demokrasiler için uygulanabilir.” Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı bu cümleyle netleşmiş gibi: batı elbette bu işi biliyor. Bu çok net bir itiraftır. Evet, bu ileri demokrasilerde bizim mevcut uygulamamız iğreti duracak hatta komik kalacaktır. Bununla birlikte “biz seçimi kazanamıyorsak orada kaliteli demokrasiden bahsedilemez” mesajı veren mevcut kadro ideolojik, sınıfsal bir iktidarın sözcülüğünü yapmaktan çekinmiyor demektir. Bu devlet iktidarının belirlediği bize özgü laiklik, bize özgü demokrasi, bize özgü hukuk devleti hala gündemdeyken bize özgü HSYK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin yaşamasına ve yaşatılmasına şaşırmak da anlamsız.


Söylemek istediğimiz, her türlü ayrıntıyı bir yana bıraktığımızda, meselenin aslında çok bariz bir dönüşümün ürünü olduğu. Artık mızrak çuvala sığmamakta, değişik talepleri, kendine güveni ile sivil toplum, resmi toplum karşısında rüştünü ispat etmektedir. Büyük kitleler artık resmi bir ideolojinin nesnesi değil, kendi var oluşunun öznesi olmak durumundadır. Kaçınılmaz ve kimilerince korku verici olan tüm gerçeklik bundan ibarettir. Başka bir şey değil, bence bu referandumun anlamı milletin, var olduğunu onu görmek istemeyenlerin yüzüne karşı bağırmasıdır.

29 Ağustos 2010 Pazar

Ved’duha…

Bir sabah aydınlığı kabuslarının yükünden kurtardı adamı. Biliyordu oysa, her filmde idamlıkların sabaha karşı asıldığını. Bir aydınlık, bir ateş etrafında dönülecek. Dairelerin yarıçapı küçüldükçe artacak sabahın aydınlığı. Bir kanadı yanacak, bir kanadı teyakkuzda, bir anda kavuşacaktı canına yandığı gizemli aydınlığa. Yabanlar kaybolup gittiğinden dem vuracaktı sonra. Sahne ışıklarını söndürecekti görevliler. Nerden bileceklerdi ki yıldızlar ışığını kime borçlu?

Aslına döndüğünde. Durulmaya yüz tutan gecelere… O zaman asıl, işte o zaman... Ne kadar çok olduklarına kanıp ne kadar yakın olduklarını sananlar için değil, işte o zaman yalnızlıklarına misafir çağıranlar için göz kırpacaktı ne kadar uzaktan da olsa. O geceler, ne unutulduk diyecekler kendi kendilerine, ne gözden çıkarıldık…

Sonra… Sonra öncekinden daha iyi olacaktır. Sonra muhakkak gelecek. Sonrasız olamaz. Şimdiyi hatırlamak ne güzel olacak sonra. Sonra sanki şimdi gibi. Her sonradan bir kurdele sarkmış şimdinin gecelerine. Tadımlık şekerlemeler iliştirilmiş gecelere. Yastık altlarına bile konmasın mı ya bir de, rüyada can çeker diye? Ninnilerde o beste: şimdi hoşnut olmak sonraya hemen taşırmış inananları…

Yetimliğine barınak olana ne desindi küçük yüreği, elinden tutup yol gösterene? Bütün lisanları yokladı bildiği. Bütün yolları denedi “kaçak bir köle” olmaya. Bütün tumturaklı yalanları gırtlak hizasına çıkardı. Gözleri bütün açılara dolaştı kendisini görmemek için. Muhtaç ellerini arkasına gizledi. Olmadı. Bir baktı ki havaya açılmış avuçları. Gece, yıldızlar, göz kırpmalar… Yeniden hatırladı.

Dualarından yetim geçirdi adam. Ellerini ellerine çağıran… Ne güzel eller… Tutunduğu eller ne güzel, tuttuğu eller… Başının okşanmasına mı sevinseydi, saymakla bitiremediği, okşadığı başlara mı? Yetimliğine mi şükretseydi, yetimlerine mi? Yetim yetime, gece geceye, avuç avuca, yıldız yıldıza gönlümü yakalayana...

Duha… Ondan haber verdin ya, özlemiştik sahi, gecelerimiz sana… Ya ne zaman onun kokusu da olur yanında? O zaman bizi de hatırla, bizi de hatırla…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir Delinin Elinden

Üç, elli sekiz, otuz yedi, dokuz, beş, iki….
Bunaldım./Gitmeliyim.. Bir şeyler olmalı uzun bir yolun sonunda. Bir uçurum, bulut, ya da bir karınca… Her yerde gördüğüm karıncalardan farklı olmalı ulaştığım. Minik bir burnu olmalı mesela, ya da zarif pembe ayakkabıları fena mı? Başkalarının hayallerindeki beyaz pamuklara benzememeli bulutlar. Griden ton çalabilirler ne ala.. Yakınlarından kuşlar da geçmemeli belki. Bir tren olabilir mi gökyüzünde süzülen? Uzayıp gitse bilmem ki nereye..
Bunaldım./Görmeliyim. Göz kırpmalıyım her gece karşıma dikilen büyük duygusal yıldıza.. Ardından benim yıldızıma.. Hani var ya biraz kırmızı ve bazen turuncu renkte giyinen geceleri.. Yıldızım daha fazla parlamalı ben her ağladığımda. O ağladıkça uzun kirpiklerinden bir damla ‘göz suyu’ düşmeli haylaz bir kedinin önüne… Şaşkın kedi çığlığı basmalı karanlığın en koyu yerinde ne olur? Sonra bir odanın ışığı yanmalı sesi müteakip. Pencereye bir kız çıkmalı gözlüklü, hem de kalın çerçeve-en kalınından. O esnada zarif burnu önde, kaldırımdan ‘tak tak’geçiyor olmalı pembe ayakkabılarıyla karınca.. Ardında tren sesini duymalı bizim meraklı gözlüklü. Şaşırıp kapatmalı penceresini ve gözlerini..
Bunaldım./Söylüyorum. Anlamalı beni kim var kim yoksa. Ve çöpçüler bilmeli her çıtırtıdan sonra yere atmadığımı çekirdek kabuklarını zaten sokakta yemediğimi de… Bir çiçeğe onu sevdiğimi fısıldarken çıldırdığımı düşünmemeli yanımdan geçen altmış beşlik teyze. Bende koparmadan saymalıyım çiçeğin yapraklarını: Bir, iki, üç, altı, on üç, altmış yedi, sekiz…
Bunaldım./Bilmiyorum. Bunaldım dememeliyim mesela. Tam olarak neye benzediğini bilmediğim bu kelimeyi tekrarlamaya fırsat vermemeliyim kendime belki. Düşünürken bir kapı tıkırtısıyla kendime gelmeliyim bir gün. Kapıdaki kırmızı başlıklı bir papağandan başkası olmamalı ne dersiniz? Kafamı ütülemeli şımarık sesiyle. Sonunda dayanamayıp kapı dışarı etmeliyim onu ve kafamdaki tilkileri. Onlar gide dursun tek tek saymalıyım kapıdan çıkanları: Bir, beş, kırk altı, sekiz, üç…
Bunaldım./Korkuyorum. Pencereye bir taş atılmalı hani bir öğle vakti.. Çıkıp dışarı baktığımda göz göze gelmeliyim elinde şapka, beyaz eldivenli bir tavşanla. Tavşan şapkadan başka bir tavşan çıkarmalı karşımda. Sonra bir yenisini ve yenisini… Ben de saymalıyım onları: Dört, bir, altmış üç, yirmi dokuz…
Bunaldım./Gidiyorum. Uçlu kalemimin uçlarından en son kullandığım tükenmemeli tam da şimdi. Bitmemeli son siyah uç, ve ben son kelimelerimin harflerini sayarken: Doksan iki, yedi, sıfır, iki, beş…

22 Ağustos 2010 Pazar

Aydınlar Yerine Alimler...

Ey iman edenler! Siz içinde yaşadığınız toplumu iyi yönde değiştirmek istiyorsanız, başkalarıyla uğraşayım derken kendinizi, ailenizi ve çevrenizi ihmal etmeyin! Öncelikle kendinizi ıslah edip düzeltmeye bakın! O zaman hiç korkmayın; siz doğru yolda olduğunuz sürece, sapıklığa düşen kimse size zarar veremeyecektir. Unutmayın ki, hepiniz eninde sonunda Allah’ın huzuruna varacaksınız. İşte o zaman Allah, tüm yaptıklarınızı size bildirecek ve hak ettiğiniz ceza veya mükâfatı tam olarak verecektir.” (Maide-105)

(Yukarıda tırnak içindeki metin bir “kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim meali”nden alıntıdır. Öncelikle bu güzel çalışma hakkında kendimce tanıtımda bulunmak istiyorum. Mahmut Kısa’nın eseri bu açıklamalı mealde aynen yukarıda olduğu gibi kelimeler kalın-ince yazılarak orijinal bir yöntem benimsenmiş. Kalın yazılan kısımlar Kur’an’ın bire bir meali, ince harflerle yazılan kısımlar ise müellifin tasarrufu ve açıklaması mahiyetinde. Muhammed Esed’in, Mustafa İslamoğlu’nun tefsir çalışmalarında parantez içinde kullanılan açıklamalar, Mahmud Kısa’nın çalışmasında parantez kullanılmaksızın yukarıda bahsettiğimiz yöntemle kaleme alınıyor. Tefsirlerde parantez içinde işlenen açıklamaların yanı sıra daha ayrıntılı olarak dipnotlarda geçen bilgiler de akıcı bir üslupla satır aralarına sığdırılmış. Meal kadar sade, tefsir kadar yorucu olmayan eserde parantezlerin kullanılmaması ifadelere ayrı bir akıcılık katıyor. Eserin müellifine ve Ramazan’da beni bu eserle buluşturan hocama dua ediyorum. Buradan okurlara bir başucu eseri olarak bu çalışmayı edinmelerini tavsiye ediyorum. Açıklamalı mealimiz Yediveren Yayınlarından çıkmış. Alt düzey bir Kur’an talebesi olarak ihtisasımız olmayan bu konuda sürç-ü lisan ettiysek affoluna.)

Cüneyt Arkın’dan dinlemiştim, hanımı kendisini içkili iken video kaydına almış. Sarhoşluğun etkisi geçince kocasına o dakikaları izletmiş. Cüneyt Arkın görüntüleri izleyip düştüğü halin farkına vardığını ondan sonra bir daha alkol kullanmadığını söylemişti. İnsan, psikolojinin savunma yöntemleri dediği yöntemleri istikrarlı bir şekilde kullanmada hayli maharetli. Bir çoğumuz kendimize dışarıdan bakabilme cesaretini kendimizde bulabilsek muttaki olma yolunda en büyük safhalardan birini kat etmiş olacağız sanıyorum. Öyle ya, teşhis olmadan tedavi ne ki?.. Onun için öyle buyruluyor Maide suresinde: “Ey iman iddiasında bulunan muhatap! Kendine bak.” Belki ,Dücane’nin diliyle, talip olmanın en zorlu yanı burası. Arifler ne güzel tarif ederler irfanı: “Kişi kendi kusurun bilmek gibi irfan olmaz.”

Muhakkak ki Allah bizden toplumsal sorumluluklarımızı bir kenara bırakmamızı istemez. Lakin sorumluluklarımızı toplumsal olanla sınırlayıp, cehd-ü gayretin kolay- heyecanlı- keyifli olanıyla sınırlı kalmak öyle görünüyor ki hem ihlas hem liyakat yönünden güdük kalmamıza sebep oluyor. Efendimizin cihad-ı ekber, cihad-ı aksar tanımlaması ne kadar da gündemimizin dışında oluyor bazen?

Bir kardeşim, sağolsun, Dücane’nin eski yazılarından birisini benimle paylaştı. Son zamanlarda en etkilendiğim “talip yazıları”ndan birisi oldu benim için. Yazı şöyle başlıyor:

“İslâmcı kızlara İslâm sosyolojisi türünden lafazanlıklarla vakit kaybetmek yerine, önce doğru dürüst reçel yapmayı öğrenmelerini tavsiye etmiştim de bir zamanlar kıyametler kopmuştu.
Anadolu'da verdiğim bazı konferanslardan sonra —lâtife kabilinden— bendenize bir iki kavanoz reçel ikram eden kızlarımız bile olmuştu. (İkramların hiçbirini geri çevirmedim.)
Muradım basitti oysa.

Din'in her yaştan insanı beşikten mezara muhatab alan o dingin, o vakur sürekliliğine karşın, İdeoloji'nin sadece 20-30 yaşları arasındaki gençlerin dünyayı kavrayışlarına heyecan katan o geçici aculluğuna işaret etmekten ibaretti.”

İbn Haldun kitleleri bir araya getiren unsurların başında kavim asabiyetini sayar. Ona göre aynı kavimden olma, aynı dinden olmaya göre daha birleştirici bir sebeptir. Anlaşılanın aksine bence İbn Haldun’un çizdiği bu tablo bir ideal değil, bir tespittir. Daha çok birleştirici olma zaten tek başına bir ideal olarak kabul edilemez. Bilakis bu asabiyet bağlamında bir araya gelmiş insanların yaptığı işin en kolayıdır. Zira bir kavme mensup olmak için her hangi bir bedel ödemek gerekmez. Bu yüzden kendisini böyle bir mensubiyete ait hissetme, bir yere ait olma istidadındaki insan için en kolay yoldur. Kolaylığın yanı sıra bu asabiyet insanlara değişmez ilkeler, sağlam dayanaklar sunmada zorlanacaktır. Salt bir kavmin geleceği için yaşamak ideali tek başına vahyin yol göstericiliğine gerek duymayacak kadar basit bir mefkureyi ifade eder. Yine kısa açıklamalı mealimizden:

“Ey Müslüman! De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı olduğunuz sosyal çevre veya içerisinde yetiştiğiniz vatanınız, devletiniz, milletiniz veya aşiretiniz, kazanmış olduğunuz mallar, kesintiye uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; evet bütün bunlar, eğer size Allah’tan, Resulünden ve O’nun yolunda mücadele etmekten daha sevimli ise, o zaman, Allah hakkınızdaki toplumsal çöküş ve felaketinize dair emrini gönderinceye kadar bekleyin; çünkü Allah, bilerek ve isteyerek yoldan çıkan bir toplumu, asla doğru yola ve başarıya iletmez!’ Fakat Allah yolunda sabırla mücadele ederseniz, dünyada da, ahrette de kazanan siz olacaksınız.”

Yazımızın konusu kavmiyetçilik değil elbet, burada ifade etmeye çalıştığımız bir gruba sahip olmanın bir duruşa sahip olmaktan daha ehven sayılması yukarıda ifade edilen “aculluğun” bir göstergesi. Esasında bu ve bu türden eksikliklerimizin bir nedeni konformistliğin yanı sıra tevhid bilincine eremememiz, insanı-hayatı-evreni bütüncül olarak anlamamamız olmalı. İslamoğlu’nun ifadesiyle tevhid:

“İmanın göze fer, dize ferman, akla burhan, gönle sultan, dile ferman olarak yürüyüp mümince bakış açısına dünya görüşüne, basiret ve firasete cihad ve içtihada, muhabbet ve ülfet, tefekkür, tezekkür ve tesbihe, ahlak ve edebe, özetle hayata dönüşmesidir”

Dücane’nin yazısında vurguladığı dünyevileşme işte tam da tevhidin karşısındaki mefhumdur. Ve ne yazık ki dünyevileşen tasavvurlarımız “Kalk devrim oldu!” sloganını ezan sesinin hakikatinden daha heyecanla karşılamakta; aksiyonerimiz anlam bulamadığı ve anlam katamadığı dernek-vakıf faaliyetlerine ayrılan saatleri cüz’i bir kısmı ailesinden, sevdiklerinden, ulaşmamız gereken “insan”lardan esirgemektedir. Geçici heyecanlar okumadığı kadar yazmaya, düşünmediği kadar eylemde bulunmaya itmektedir bizleri. Haza bir “dava adamı”, bir “gönül adamı”, bir “ilim adamı” olmak muvahhid Müslüman olmaktan daha kolay, daha cazip gelmektedir nefsimize.

Yazımı Dücane’nin aynı makalesinden cümlelerle bitirmek istiyorum. Üstad’ın sorusu manidar: sahi ikincileri birincilerin yerine koyamaz mıydık?

“Aydınlar yerine âlimler... âlimler yerine ârifler... gazeteler yerine dergiler... dergiler yerine kitaplar... kitaplar yerine yazmalar... miting alanları yerine konferans salonları... konferans salonları yerine sohbet meclisleri...

Sloganla düşünmenin yerine derinlikli düşünmeyi... yani haykırmanın yerine konuşmayı...... konuşmanın yerine öğretmeyi... öğretmenin yerine öğrenmeyi... bilgisizliğin yerine bilgiyi... bilginin yerine sezgiyi... malumatın yerine ilmi... ilmin yerine irfanı...”

İkincilerin yerine birincileri:

"Yorumun, yorumsamanın (anlamanın ve açıklamanın) hakkını vermek yerine güncelin ve gündemin çekiciliğine kapılmak... kitapların arasında kararmayı göze almak yerine sözümona sokakları aydınlatmak... tedris yerine tebliğ... talim yerine telkin... tekâmül yerine tekemmül...

Kısaca din yerine ideoloji... Biz gibi yenilmek yerine, onlar gibi yenmek...

Mürekkebin şehadeti yerine kanın şehadeti...

Cemâl yerine celâl..."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Özlem: Sivas'ta Bir Kış Gecesi

Nerdesin?

-acıların kadını’na-

göğe baktım gözü yaşlı
yere baktım yer yaslı
sular bugün kan tadında
eski yeni, büyük küçük, kara kızıl
tüm dertlerim burdalar
sen nerdesin?

sen ve kuşlar
gözyaşının gözyaşına
benzediği kadar benzziyorsunuz
vurulan bir ceylanın yavrusuna söylediği
şarkıyı söylüyor onlar
bu sabah yine kondular telörgüye
beni acımla başbaşa bırakmadılar
sen nerdesin?

hava soğuk, dışarda kar yağıyor
her zaman ellerim üşürdü
bugün içim üşüyor
hasretin geldi, hayalin geldi
bak, kokun da geliyor
bugün Yakub oldum bre hey
ey acıların kadını
sen nerdesin?

(*)
_______________________________________________________

Bir muhabbet fedaisi, bir şehid düşerken toprağa…
Bin şahit kimsesizliğe…
Sen kırık bir ayna mesabesinde,
Tutamadım kenarından,
Bir yarımsın sanki.
Bir kaybolmuş…
Üstünden kırık ezgiler tütüyor,
Sen nerdesin?

Bir aralık, bir eylül tadı uzaklaşmanda.
Kalelerden baktıkça şehir küçülüyor,
Uzaklar o kadar yakın mahzun bakışlarında.
Düşlerin geldi, rüyalarına dokunurum uzansam.
Bak, göz alıyor şavkıyan karanlığın.
Buzdan asfaltlar ışıldıyor…
Sen nerdesin?

Öylesine uçmuyor kar taneleri,
Öylesine soğutuyor açık bir yaranın acısını,
Başını eğiyor ayazda azarlanan bir sürgün,
Kışın sahibine ağzına açamıyor.
Bugün anons ediliyor polis telsizlerine,
Oysa bugün, bir kardelen kadar masum…
Bahçıvanlar keyfini sürüyor katili olduğu bir ömrün.
Sen nerdesin?

(**)

_______________________________________________________

* Mustafa İslamoğlu
** Eyüp Coşkun (min gayr-ı haddin, min gayr-ı ihtiyâr)

13 Ağustos 2010 Cuma

Ramazan'da Gazze

İHH Başkanı Sayın Bülent Yıldırım anlatıyor: “Gazze’de bir arkadaşımızın çocukların fotoğrafını çekmeye yeltendiği anda fotoğraf makinesini silah sanan bir çocuğun ‘ümmi, ümmi..’ diyerek oradan kaçtığına şahit olunmuş.”

Mübarek Ramazan ayının ilk günlerinde iftar sofrasında işittiğim bu hadise, şükür olsun ki, iftar sevincimi yarıda bıraktı. Biraz tatsızlık, biraz hüzün... Şehit Şeyh Ahmet Yasin’in kaynar yüreğinden taşmış o cümleler aklımın bir köşesinde… “Bu ümmet hiç utanmaz mı?”

Tepkilerimiz bazen bir heyecan ürünü olmakla kaldığı için olacak, bombalar yağmayınca yüreğimizin mahzun coğrafyasına sanki yüreğimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa ajanslar hala hastanelerdeki toplam yataktan üç kat daha fazla yatalak hasta olduğunu söylüyor. Evde tedavi olmak zorunda kalan yaralıların bir kısmının enfeksiyon kaptığı ifade ediliyor. Hala taciz ateşleriyle, hala zalim bir ablukayla, hala ölümle yaşam arasına çizilmiş çizgilerle yaşıyor kardeşlerimiz. Harap olmuş binalarla dolu talan edilmiş şehirde bizce savaşın bittiği yerde onlarca yaşam savaşı daha yeni başlıyor.

Ramazan Müslüman bilincimizi yenilemenin güzel bir vesilesiyken nasıl olur da Gazze’yi gündemimizin en dibine atabiliriz. Nasıl olur da namaz kılarken kıyamımızın anlamlı duruşunda mazlum coğrafyayı pay sahibi yapmayız hislerimize? Nasıl düşlemeyiz bir gün de Mescid-i Aksa’da teravih namazı kılma hayalini? Orucumuzun bize tattırdığı mahrumiyet nimetini tadarken nasıl olur da Filistinli aç yavruları hatırımıza getirmeyiz? Nasıl olur da seher istiğfarlarımızda hayıflanmayız elimizden bir şey gelmemesine? Öyle ya, onlar zalimle imtihan olurken, biz onlarla imtihan oluyoruz. Hangi imtihan daha büyük kim bilir? Nasıl irkilmez kalbimiz bu yükün ağırlığından? Bari bu kadarını yapabilsek…

“Utanmazsan dilediğini yap!” buyuruyor efendimiz. Veyl olsun canımızın her istediğini yapmayı bu kadar arzularken utanmamaktan utanmayan yanımıza… Menfaatlerinin fiyatını hiçbir değere değişmeyecek ağızlar buyurmuşlar: “bu bizim milli meselemiz değil, yanı başımızdaki sorunlarımız dururken ötesini düşünemeyiz.” Farkındayız, düşünemezsiniz. Muhtemeldir ki “yanı başımızdaki” sorunların çözümünde de slogan üretmekten öte bir katkınız olmadı. Muhtemelen olmayacak da. Lakin bırakın da iyilik sınır tanımaz diyen; iyiliği milliyet, ırk, coğrafya, inanç sınırlarının ötesinde yaşatan insanlar var olsun. Düşünemiyorsunuz madem, “ne olur bari aleyhimize olmayın…”

İncitmeyecek kadar ince olmak mı?
İncelmeyecek kadar kalın…
Göremeyecek kadar yüksek, fil dişi kulelerden.
Ağlamayacak kadar dirayetli.
Yumruğunu kanatamaz, vurduğunu kanatır.
Yanmaz, tutmaz, yapışmaz; çelikten gövde.
Söğüt sulamak dururken rüzgarın kaçıracağı kadar hafif.
Her esintide verem olan ciğerinin her köşesiyle.
Kan öksüren, kızılcık hoşafı içtim diyen.
Öksürmekten konuşamayan öyle ki…
Elimde değil susuyorum.
Susuyorum Rabbim adaletine.
“Susuyoruz”…Söğütlerim ve ben...
Bizi ıslah et.

Not: Pakistan’daki sel baskını sonucu mağdur olan kardeşlerimiz için yalnızca cep telefonunu kullanarak 5 TL’lik katkıda bulunmamız mümkün. PAKISTAN yazıp 5777’ye göndermek yeterli. (kimse yok mu yardım derneği kampanyasıdır)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

“Öylesine” Hüzün, Öylesine..

Rahmetinin vahasında toz tanelerine meftun… Yarım yamalak dilekçelerin anlam bozukluğu geçirmiş sahibi… Aldanan ve aldatan, kelimeleri üçüncü sınıf derinliklerden alıntı… Perçeminden tutulmasının farkında, koşmayı marifet sayan kalkamadığı yere… Dağınık, yorgun…

Gecelerin sükunetini varlığına şahit tutmayalı ne çok oldu? Yıldızlara bakmayalı kaç yıldız kaydı gönlümden? Ve susmayalı, ve ağlamayalı…

Serin yürek,
Göğün açık, başın selamet.
Gözlerinin tebessümünden selam dağıt yıldızlara,
Öksüzlüğün mevzu bahis olmasın
Ne de düştüğün yerler.

Göz kırpmaları üzerine al,
Sar sarmala mektupları
Yüreğine inzal olan..
Gizemli bir sıcakla..
Mevcut listesinde onları da an
Göz yaşında bahar kokusu,
Gözlerinde şeb-i aruz…

Hüznümü bu sefer, öyle bir ağaca emanet etmeli. Bu sefer dallara oturup düşünmeli… Bir gökyüzü ağacının tepesi… Düşmeyi düşünmekten intihar etmek yasak. Orada yasak saadet ikramları, kızıl tüylü develer… Bir lokma hüznü baş tacı etmenin vakti geleli çok oldu. Çilekeş kaldırımlarda bağırarak şarkı söylemek…

Her nefeste öldüğüm, her nefeste öldürdüğüm hatıraların sonsuz bir acıyı değil, mavi bir hüznü doğurması için.. İnsanlığımı ve zamanla eridiğimi suratıma karşı söylemesi için.. Biliyorsun figanımın çoğunu içime demirliyorum. Aşkla yuvarlanacak ve içinden sular fışkıracak yerlerini yokluyorum yüreğimin.

Şükür olsun söyletene ki işten değil kelimelerin infilak etmesi en acıtan yerimde. Şükür olsun sağaltana birinci dereceden yanıkları. Anlıyorum şükür olsun, öksüzlüğe ağlamak bir o kadar güzeldir. Heyhat, olmasın göğsüne yaslanacağın bir ana… Umudu uçurtmalara kanat yapana şükür olsun.

Sarayların mermerlerinden şavkıyan göz yakıcılığı göğsünde eriten toprak olmak… Göğsünde gönülde şavkıyan güllere yer açmak ne güzel. Dikenlerini de severek. Meyletmeden cilalı bir kereste parlaklığına. “Giydirilmiş kalas”lara aldırmadan hayatının orasından burasından asılan… Aziz bir ezginin derinliğinde, gözleri yerde, gözleri yaşlı, hüznün halısına binip sahralar dolaşmak ne güzel…

Saatler çınlarken ömrümüzün her deminde telaşa kapılıp gönüller kırmak ne kadar elimizin altında. Kendi gönlümüze kıymak. Gönülden kaleler kurmak ne uzak gönlünü saadete ödünç verene. Gönlünü ayakta tutmak. Hüzün olsun hesapların hapsinde sehpalara serilen hasbi gönül çarpıntılarına. Varsın hüzün olsun.. Üç günlük dünya..

“Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulalarını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar; “Dikkat et!” İşte, o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki: Çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alakadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor. Ve pek çok alakadar ve adeta aşık olduğum dünya, bana: “Uğurlar olsun” deyip misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de, “Allahaısmarladık” deyip o da gitmeye hazırlanıyor.“*
_________________________

* Gençlik Rehberi, Bediüzzaman Said Nursi

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Garip Haftasonu

"Anlam" dedi adam... Anlamını yitirmiş saniyelerin koğuşundan sesleniyordu. Bu bir hastalıktı belki. Sahi anlamı neydi her zerrede anlam aramanın? Bir ağaç dibi mi? Bir kıyı, bir kahvehane... Nereydi aradığı anlamın ikametgâh adresi?

Delikanlı hisleri hep yenik düşerdi kalabalıkların anlamsız bakışlarına. Büyük öfkeler doğup ruhunda, yarım öfkeler sönüverdi."Yaşlanmadım daha" dedi, "Ama yaşlanıyorum"...Nedir ruhumun bağlı kaldığı pamuk ipliği? Hani, tutmasam uçacağım meçhule... Bir yaprak, bir kuş tüyü güçsüzlüğünde...

Yine tutunacağı bir anlam değil miydi eninde sonunda? Bir şey ki biteceği malum, neden sonsuz bir acının müsebbibi olsun... Bekleyecekti sadece, bu kadar basit... Boşalttı ciğerindeki siyah bulutları atmosfere. Bir görevli: "Beyefendi, hava kirliliğine yol açıyorsunuz." Vapur aşina olduğu istikameti izliyordu.

Elindeki sigarayı denize atıverdi az ilerisindeki şişman genç... Söylendi. Görevlinin gölgesinden kurtulup bir tane daha yaktı. "Sigarasız olmaz" dedi, gülümsedi etrafına. Etrafı da ona gülümsedi. Sigarasız yaşanmayan bir hayat... Sigara anlam mıydı yani? Yani çekse içine şöyle bir demet bulut... Sigaramın dumanı sen, ateşi ben olayım... Anla(tı)m bozukluğunun pürüzüne takılmadı, şarkının ezgisini yakalamaya çalıştı. Tambur, kemane, ud, keman sesleri çok geçmeden bir öksürük resitaliyle bölündü... Onun pasif içiciliği farklıydı. Dumanından çok uzak olduğu halde, ciğerlerini sigara doldurmuştu. Düşüncelerini öksürdü, anlamsızlıklarını, anlam sancılarını..."Sigara dokundu da" karşılığını verdi üstüne dökülen anlamsız bakışlara. Anlamsızlık kat sayısını artırmak pahasına... Ah etti, "bir dumansız hava sahası bulmalıyım kendime"

Bir yabani uzaklık takip etti gölgesini... Şehrin sokaklarında, o da gölgesini takip etti... Medeniyet içindeki yabanilik göçüne kapıldı. Yani ki kalabalık içinde yalnızlıklar... Yalnızlıklar içindeki anlamsızlıklar... Kervan yolda düzülür, ya nasib... Kediyi çöp kutusunda kapalı bırakmışlar. Bir madeni para yuvarlanıp logara düştü. Bebeği ağlatmamak için hiç bir şey yapmadılar. Karga beyefendinin şapkasına pislemiş. Otobüste farklı renkteki gazeteleri okuyan iki adam birbiriyle konuşmamaya özen gösterdiler. Logar kapağı neden yuvarlak olurmuş? Dükkânlardaki yazılar okunmak için birbiriyle yarıştı. Kafasını tabelaya çarpan dalgın insana bıyık altından gülümsediler. Üniversiteye bıyıkla girmek yasak mıymış? Bir memurun çocukluğunda karga kovalayamadığına üzülüyor bir hali vardı. Otobüslerin harareti hava sıcaklığını birkaç derece artırıyormuş. Gençler fikstür avantajını hesaba kattı. Dükkânlardan yayılan siyah kokulu ağır ezgiler adımlardaki ritmi cebren ve hile ile tutsak aldı. Bitmeyecek sevdalar periyodik aralıklarla dikiz aynasına takıldı. Boyacı çocuklar bu yıl da vergi rekortmeni olamamış. Güvercinler yıllardır olduğu gibi bir simite talim etti. Yazarın anlaşılmazlık telaşı içtenliğini sürgün etti. Horoz dövüştürmek bu mahallede masum bir eğlence olmuş çünkü yoldan geçen arabalar karşıdan gelenlere sellektör yapıyormuş
radarları daha önce fark ettiği için.

Zamanı öldürürken gel dediğin halde gelmeyen fikirle zaman seni öldürürken git dediğin halde gitmeyen fikir... İkisi arasında kaldı. Gözünü kan bürüdü hikâyenin kahramanının. Düşünmemeyi başarabilse şimdi... Düşüncelerinin zuhurundan bir daha düşünememek korkusuyla yüzleşti... Bir damla yağmur Ey Halık dedi, dayanamıyorum. Kim olduğunu hatırlamaya çalıştı. Aklını yitirmiş olmaktan korkuyordu. Ellerine baktı. Evet onundu. Çantasını karıştırdı. Günlüğü işine yaramalıydı. Şair olduğunu öğrendi günlüğünden. "Yazık ya hu adamcağıza"... Defetti gaipten gelen bu anlamsız, yok hükmündeki cümleyi. Bir şiir şavkıdı gözünde, günlüğünden dışarı taştı:

Bir yok olmuşluğun gecesinde,
Milattan çok öncesi...
Bir gökyüzü ağacının tepesinde,
Düşünmeye mahkum olmak....
Suçu cezasıyla müsemma bir mahkûmum ben,
Güneş görsem eriyeceğim...

"Evladım güneş batıyor..." Sesini içtenliğiyle irkildi şair. Bakımlı, beyaz sakallı ihtiyarı gördü. Tebessümüne baktı gıpta ile, bu dünyadan olmayacak kadar ferah... Bakışları ufuk çizgisinden kaçan son güneş ışıkları kadar sıcak... Bu dört mevsimli çehreye takılı kaldı gözleri. "Bizim camiinin avlusu" dedi, " Dört yanından rüzgâra açık. Hava bozdu. Üşüteceksin be evladım... Terlemişsin de boncuk boncuk. İstanbul'un nazı bu da.. Güneşiyle kandırır seni. Bir bakarsın bulutlar bitmiş üstünde..."

-Amca ben.. Bulamadım da..

-Çoğusu bulamaz evladım, üzülme... Şu aradan girince şadırvan çıkar karşına. Ama burda oturmakla varılmaz ki. Bulmak isteyelim ki evvel, ondan sonra bulması kolay.

-Ben istedim amca… Yapamadım... Her yerde aradım...

-Aramayı bulmak evlat, bulmayı bulmaktan daha kıymetli. Bulursan eğer hiç kaybetmeyeceğini sanırsın, ararsan ise hiç bulamayacağını... Bulursan yanarsın evlat, ararsan pişersin. Bulmak istediğin bir avuç külün kibrinden geç, durgunluğundan... Mezarlara göm onu. Sen avucunda kor taşı evlat, taşı ki koşasın, sıcaklık taşıyasın ocaklara..

-Amca yoruluyorum...

-Yoo.. Ararsan bulacaksın. Bulacaksın elbet... Lakin bu gözlerle görmeyeceksin bulduğunu, bu akılla anlamayacaksın. Sanma ki aklın buna tahammülü var. Yoo... Acık sen evlat, ara... Yorulunca aradığında dinlen. Ve güven, inan evlat.. Ve gayret et.. Ve evlat, hakikatin bayrağını taşı.. Sancak et onu, düşürme; yorulanlar sende sabır bulsun. Görmüyor musun? Vallahi insan hüsranda...

-Amca... Gidiyorsun...

-Ezan okunuyor, hadi evlat.. Selam sana..

-Selam sana amca, selam bana, selam bize...

Şair selam aldı. Selam verdi varlığa. Selam dağıttı şehrin insanlarına... Yüreğinde bin selamla evine dönüp, selam ile daktilosunun başına oturdu.