29 Ağustos 2010 Pazar

Ved’duha…

Bir sabah aydınlığı kabuslarının yükünden kurtardı adamı. Biliyordu oysa, her filmde idamlıkların sabaha karşı asıldığını. Bir aydınlık, bir ateş etrafında dönülecek. Dairelerin yarıçapı küçüldükçe artacak sabahın aydınlığı. Bir kanadı yanacak, bir kanadı teyakkuzda, bir anda kavuşacaktı canına yandığı gizemli aydınlığa. Yabanlar kaybolup gittiğinden dem vuracaktı sonra. Sahne ışıklarını söndürecekti görevliler. Nerden bileceklerdi ki yıldızlar ışığını kime borçlu?

Aslına döndüğünde. Durulmaya yüz tutan gecelere… O zaman asıl, işte o zaman... Ne kadar çok olduklarına kanıp ne kadar yakın olduklarını sananlar için değil, işte o zaman yalnızlıklarına misafir çağıranlar için göz kırpacaktı ne kadar uzaktan da olsa. O geceler, ne unutulduk diyecekler kendi kendilerine, ne gözden çıkarıldık…

Sonra… Sonra öncekinden daha iyi olacaktır. Sonra muhakkak gelecek. Sonrasız olamaz. Şimdiyi hatırlamak ne güzel olacak sonra. Sonra sanki şimdi gibi. Her sonradan bir kurdele sarkmış şimdinin gecelerine. Tadımlık şekerlemeler iliştirilmiş gecelere. Yastık altlarına bile konmasın mı ya bir de, rüyada can çeker diye? Ninnilerde o beste: şimdi hoşnut olmak sonraya hemen taşırmış inananları…

Yetimliğine barınak olana ne desindi küçük yüreği, elinden tutup yol gösterene? Bütün lisanları yokladı bildiği. Bütün yolları denedi “kaçak bir köle” olmaya. Bütün tumturaklı yalanları gırtlak hizasına çıkardı. Gözleri bütün açılara dolaştı kendisini görmemek için. Muhtaç ellerini arkasına gizledi. Olmadı. Bir baktı ki havaya açılmış avuçları. Gece, yıldızlar, göz kırpmalar… Yeniden hatırladı.

Dualarından yetim geçirdi adam. Ellerini ellerine çağıran… Ne güzel eller… Tutunduğu eller ne güzel, tuttuğu eller… Başının okşanmasına mı sevinseydi, saymakla bitiremediği, okşadığı başlara mı? Yetimliğine mi şükretseydi, yetimlerine mi? Yetim yetime, gece geceye, avuç avuca, yıldız yıldıza gönlümü yakalayana...

Duha… Ondan haber verdin ya, özlemiştik sahi, gecelerimiz sana… Ya ne zaman onun kokusu da olur yanında? O zaman bizi de hatırla, bizi de hatırla…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir Delinin Elinden

Üç, elli sekiz, otuz yedi, dokuz, beş, iki….
Bunaldım./Gitmeliyim.. Bir şeyler olmalı uzun bir yolun sonunda. Bir uçurum, bulut, ya da bir karınca… Her yerde gördüğüm karıncalardan farklı olmalı ulaştığım. Minik bir burnu olmalı mesela, ya da zarif pembe ayakkabıları fena mı? Başkalarının hayallerindeki beyaz pamuklara benzememeli bulutlar. Griden ton çalabilirler ne ala.. Yakınlarından kuşlar da geçmemeli belki. Bir tren olabilir mi gökyüzünde süzülen? Uzayıp gitse bilmem ki nereye..
Bunaldım./Görmeliyim. Göz kırpmalıyım her gece karşıma dikilen büyük duygusal yıldıza.. Ardından benim yıldızıma.. Hani var ya biraz kırmızı ve bazen turuncu renkte giyinen geceleri.. Yıldızım daha fazla parlamalı ben her ağladığımda. O ağladıkça uzun kirpiklerinden bir damla ‘göz suyu’ düşmeli haylaz bir kedinin önüne… Şaşkın kedi çığlığı basmalı karanlığın en koyu yerinde ne olur? Sonra bir odanın ışığı yanmalı sesi müteakip. Pencereye bir kız çıkmalı gözlüklü, hem de kalın çerçeve-en kalınından. O esnada zarif burnu önde, kaldırımdan ‘tak tak’geçiyor olmalı pembe ayakkabılarıyla karınca.. Ardında tren sesini duymalı bizim meraklı gözlüklü. Şaşırıp kapatmalı penceresini ve gözlerini..
Bunaldım./Söylüyorum. Anlamalı beni kim var kim yoksa. Ve çöpçüler bilmeli her çıtırtıdan sonra yere atmadığımı çekirdek kabuklarını zaten sokakta yemediğimi de… Bir çiçeğe onu sevdiğimi fısıldarken çıldırdığımı düşünmemeli yanımdan geçen altmış beşlik teyze. Bende koparmadan saymalıyım çiçeğin yapraklarını: Bir, iki, üç, altı, on üç, altmış yedi, sekiz…
Bunaldım./Bilmiyorum. Bunaldım dememeliyim mesela. Tam olarak neye benzediğini bilmediğim bu kelimeyi tekrarlamaya fırsat vermemeliyim kendime belki. Düşünürken bir kapı tıkırtısıyla kendime gelmeliyim bir gün. Kapıdaki kırmızı başlıklı bir papağandan başkası olmamalı ne dersiniz? Kafamı ütülemeli şımarık sesiyle. Sonunda dayanamayıp kapı dışarı etmeliyim onu ve kafamdaki tilkileri. Onlar gide dursun tek tek saymalıyım kapıdan çıkanları: Bir, beş, kırk altı, sekiz, üç…
Bunaldım./Korkuyorum. Pencereye bir taş atılmalı hani bir öğle vakti.. Çıkıp dışarı baktığımda göz göze gelmeliyim elinde şapka, beyaz eldivenli bir tavşanla. Tavşan şapkadan başka bir tavşan çıkarmalı karşımda. Sonra bir yenisini ve yenisini… Ben de saymalıyım onları: Dört, bir, altmış üç, yirmi dokuz…
Bunaldım./Gidiyorum. Uçlu kalemimin uçlarından en son kullandığım tükenmemeli tam da şimdi. Bitmemeli son siyah uç, ve ben son kelimelerimin harflerini sayarken: Doksan iki, yedi, sıfır, iki, beş…

22 Ağustos 2010 Pazar

Aydınlar Yerine Alimler...

Ey iman edenler! Siz içinde yaşadığınız toplumu iyi yönde değiştirmek istiyorsanız, başkalarıyla uğraşayım derken kendinizi, ailenizi ve çevrenizi ihmal etmeyin! Öncelikle kendinizi ıslah edip düzeltmeye bakın! O zaman hiç korkmayın; siz doğru yolda olduğunuz sürece, sapıklığa düşen kimse size zarar veremeyecektir. Unutmayın ki, hepiniz eninde sonunda Allah’ın huzuruna varacaksınız. İşte o zaman Allah, tüm yaptıklarınızı size bildirecek ve hak ettiğiniz ceza veya mükâfatı tam olarak verecektir.” (Maide-105)

(Yukarıda tırnak içindeki metin bir “kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim meali”nden alıntıdır. Öncelikle bu güzel çalışma hakkında kendimce tanıtımda bulunmak istiyorum. Mahmut Kısa’nın eseri bu açıklamalı mealde aynen yukarıda olduğu gibi kelimeler kalın-ince yazılarak orijinal bir yöntem benimsenmiş. Kalın yazılan kısımlar Kur’an’ın bire bir meali, ince harflerle yazılan kısımlar ise müellifin tasarrufu ve açıklaması mahiyetinde. Muhammed Esed’in, Mustafa İslamoğlu’nun tefsir çalışmalarında parantez içinde kullanılan açıklamalar, Mahmud Kısa’nın çalışmasında parantez kullanılmaksızın yukarıda bahsettiğimiz yöntemle kaleme alınıyor. Tefsirlerde parantez içinde işlenen açıklamaların yanı sıra daha ayrıntılı olarak dipnotlarda geçen bilgiler de akıcı bir üslupla satır aralarına sığdırılmış. Meal kadar sade, tefsir kadar yorucu olmayan eserde parantezlerin kullanılmaması ifadelere ayrı bir akıcılık katıyor. Eserin müellifine ve Ramazan’da beni bu eserle buluşturan hocama dua ediyorum. Buradan okurlara bir başucu eseri olarak bu çalışmayı edinmelerini tavsiye ediyorum. Açıklamalı mealimiz Yediveren Yayınlarından çıkmış. Alt düzey bir Kur’an talebesi olarak ihtisasımız olmayan bu konuda sürç-ü lisan ettiysek affoluna.)

Cüneyt Arkın’dan dinlemiştim, hanımı kendisini içkili iken video kaydına almış. Sarhoşluğun etkisi geçince kocasına o dakikaları izletmiş. Cüneyt Arkın görüntüleri izleyip düştüğü halin farkına vardığını ondan sonra bir daha alkol kullanmadığını söylemişti. İnsan, psikolojinin savunma yöntemleri dediği yöntemleri istikrarlı bir şekilde kullanmada hayli maharetli. Bir çoğumuz kendimize dışarıdan bakabilme cesaretini kendimizde bulabilsek muttaki olma yolunda en büyük safhalardan birini kat etmiş olacağız sanıyorum. Öyle ya, teşhis olmadan tedavi ne ki?.. Onun için öyle buyruluyor Maide suresinde: “Ey iman iddiasında bulunan muhatap! Kendine bak.” Belki ,Dücane’nin diliyle, talip olmanın en zorlu yanı burası. Arifler ne güzel tarif ederler irfanı: “Kişi kendi kusurun bilmek gibi irfan olmaz.”

Muhakkak ki Allah bizden toplumsal sorumluluklarımızı bir kenara bırakmamızı istemez. Lakin sorumluluklarımızı toplumsal olanla sınırlayıp, cehd-ü gayretin kolay- heyecanlı- keyifli olanıyla sınırlı kalmak öyle görünüyor ki hem ihlas hem liyakat yönünden güdük kalmamıza sebep oluyor. Efendimizin cihad-ı ekber, cihad-ı aksar tanımlaması ne kadar da gündemimizin dışında oluyor bazen?

Bir kardeşim, sağolsun, Dücane’nin eski yazılarından birisini benimle paylaştı. Son zamanlarda en etkilendiğim “talip yazıları”ndan birisi oldu benim için. Yazı şöyle başlıyor:

“İslâmcı kızlara İslâm sosyolojisi türünden lafazanlıklarla vakit kaybetmek yerine, önce doğru dürüst reçel yapmayı öğrenmelerini tavsiye etmiştim de bir zamanlar kıyametler kopmuştu.
Anadolu'da verdiğim bazı konferanslardan sonra —lâtife kabilinden— bendenize bir iki kavanoz reçel ikram eden kızlarımız bile olmuştu. (İkramların hiçbirini geri çevirmedim.)
Muradım basitti oysa.

Din'in her yaştan insanı beşikten mezara muhatab alan o dingin, o vakur sürekliliğine karşın, İdeoloji'nin sadece 20-30 yaşları arasındaki gençlerin dünyayı kavrayışlarına heyecan katan o geçici aculluğuna işaret etmekten ibaretti.”

İbn Haldun kitleleri bir araya getiren unsurların başında kavim asabiyetini sayar. Ona göre aynı kavimden olma, aynı dinden olmaya göre daha birleştirici bir sebeptir. Anlaşılanın aksine bence İbn Haldun’un çizdiği bu tablo bir ideal değil, bir tespittir. Daha çok birleştirici olma zaten tek başına bir ideal olarak kabul edilemez. Bilakis bu asabiyet bağlamında bir araya gelmiş insanların yaptığı işin en kolayıdır. Zira bir kavme mensup olmak için her hangi bir bedel ödemek gerekmez. Bu yüzden kendisini böyle bir mensubiyete ait hissetme, bir yere ait olma istidadındaki insan için en kolay yoldur. Kolaylığın yanı sıra bu asabiyet insanlara değişmez ilkeler, sağlam dayanaklar sunmada zorlanacaktır. Salt bir kavmin geleceği için yaşamak ideali tek başına vahyin yol göstericiliğine gerek duymayacak kadar basit bir mefkureyi ifade eder. Yine kısa açıklamalı mealimizden:

“Ey Müslüman! De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı olduğunuz sosyal çevre veya içerisinde yetiştiğiniz vatanınız, devletiniz, milletiniz veya aşiretiniz, kazanmış olduğunuz mallar, kesintiye uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; evet bütün bunlar, eğer size Allah’tan, Resulünden ve O’nun yolunda mücadele etmekten daha sevimli ise, o zaman, Allah hakkınızdaki toplumsal çöküş ve felaketinize dair emrini gönderinceye kadar bekleyin; çünkü Allah, bilerek ve isteyerek yoldan çıkan bir toplumu, asla doğru yola ve başarıya iletmez!’ Fakat Allah yolunda sabırla mücadele ederseniz, dünyada da, ahrette de kazanan siz olacaksınız.”

Yazımızın konusu kavmiyetçilik değil elbet, burada ifade etmeye çalıştığımız bir gruba sahip olmanın bir duruşa sahip olmaktan daha ehven sayılması yukarıda ifade edilen “aculluğun” bir göstergesi. Esasında bu ve bu türden eksikliklerimizin bir nedeni konformistliğin yanı sıra tevhid bilincine eremememiz, insanı-hayatı-evreni bütüncül olarak anlamamamız olmalı. İslamoğlu’nun ifadesiyle tevhid:

“İmanın göze fer, dize ferman, akla burhan, gönle sultan, dile ferman olarak yürüyüp mümince bakış açısına dünya görüşüne, basiret ve firasete cihad ve içtihada, muhabbet ve ülfet, tefekkür, tezekkür ve tesbihe, ahlak ve edebe, özetle hayata dönüşmesidir”

Dücane’nin yazısında vurguladığı dünyevileşme işte tam da tevhidin karşısındaki mefhumdur. Ve ne yazık ki dünyevileşen tasavvurlarımız “Kalk devrim oldu!” sloganını ezan sesinin hakikatinden daha heyecanla karşılamakta; aksiyonerimiz anlam bulamadığı ve anlam katamadığı dernek-vakıf faaliyetlerine ayrılan saatleri cüz’i bir kısmı ailesinden, sevdiklerinden, ulaşmamız gereken “insan”lardan esirgemektedir. Geçici heyecanlar okumadığı kadar yazmaya, düşünmediği kadar eylemde bulunmaya itmektedir bizleri. Haza bir “dava adamı”, bir “gönül adamı”, bir “ilim adamı” olmak muvahhid Müslüman olmaktan daha kolay, daha cazip gelmektedir nefsimize.

Yazımı Dücane’nin aynı makalesinden cümlelerle bitirmek istiyorum. Üstad’ın sorusu manidar: sahi ikincileri birincilerin yerine koyamaz mıydık?

“Aydınlar yerine âlimler... âlimler yerine ârifler... gazeteler yerine dergiler... dergiler yerine kitaplar... kitaplar yerine yazmalar... miting alanları yerine konferans salonları... konferans salonları yerine sohbet meclisleri...

Sloganla düşünmenin yerine derinlikli düşünmeyi... yani haykırmanın yerine konuşmayı...... konuşmanın yerine öğretmeyi... öğretmenin yerine öğrenmeyi... bilgisizliğin yerine bilgiyi... bilginin yerine sezgiyi... malumatın yerine ilmi... ilmin yerine irfanı...”

İkincilerin yerine birincileri:

"Yorumun, yorumsamanın (anlamanın ve açıklamanın) hakkını vermek yerine güncelin ve gündemin çekiciliğine kapılmak... kitapların arasında kararmayı göze almak yerine sözümona sokakları aydınlatmak... tedris yerine tebliğ... talim yerine telkin... tekâmül yerine tekemmül...

Kısaca din yerine ideoloji... Biz gibi yenilmek yerine, onlar gibi yenmek...

Mürekkebin şehadeti yerine kanın şehadeti...

Cemâl yerine celâl..."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Özlem: Sivas'ta Bir Kış Gecesi

Nerdesin?

-acıların kadını’na-

göğe baktım gözü yaşlı
yere baktım yer yaslı
sular bugün kan tadında
eski yeni, büyük küçük, kara kızıl
tüm dertlerim burdalar
sen nerdesin?

sen ve kuşlar
gözyaşının gözyaşına
benzediği kadar benzziyorsunuz
vurulan bir ceylanın yavrusuna söylediği
şarkıyı söylüyor onlar
bu sabah yine kondular telörgüye
beni acımla başbaşa bırakmadılar
sen nerdesin?

hava soğuk, dışarda kar yağıyor
her zaman ellerim üşürdü
bugün içim üşüyor
hasretin geldi, hayalin geldi
bak, kokun da geliyor
bugün Yakub oldum bre hey
ey acıların kadını
sen nerdesin?

(*)
_______________________________________________________

Bir muhabbet fedaisi, bir şehid düşerken toprağa…
Bin şahit kimsesizliğe…
Sen kırık bir ayna mesabesinde,
Tutamadım kenarından,
Bir yarımsın sanki.
Bir kaybolmuş…
Üstünden kırık ezgiler tütüyor,
Sen nerdesin?

Bir aralık, bir eylül tadı uzaklaşmanda.
Kalelerden baktıkça şehir küçülüyor,
Uzaklar o kadar yakın mahzun bakışlarında.
Düşlerin geldi, rüyalarına dokunurum uzansam.
Bak, göz alıyor şavkıyan karanlığın.
Buzdan asfaltlar ışıldıyor…
Sen nerdesin?

Öylesine uçmuyor kar taneleri,
Öylesine soğutuyor açık bir yaranın acısını,
Başını eğiyor ayazda azarlanan bir sürgün,
Kışın sahibine ağzına açamıyor.
Bugün anons ediliyor polis telsizlerine,
Oysa bugün, bir kardelen kadar masum…
Bahçıvanlar keyfini sürüyor katili olduğu bir ömrün.
Sen nerdesin?

(**)

_______________________________________________________

* Mustafa İslamoğlu
** Eyüp Coşkun (min gayr-ı haddin, min gayr-ı ihtiyâr)

13 Ağustos 2010 Cuma

Ramazan'da Gazze

İHH Başkanı Sayın Bülent Yıldırım anlatıyor: “Gazze’de bir arkadaşımızın çocukların fotoğrafını çekmeye yeltendiği anda fotoğraf makinesini silah sanan bir çocuğun ‘ümmi, ümmi..’ diyerek oradan kaçtığına şahit olunmuş.”

Mübarek Ramazan ayının ilk günlerinde iftar sofrasında işittiğim bu hadise, şükür olsun ki, iftar sevincimi yarıda bıraktı. Biraz tatsızlık, biraz hüzün... Şehit Şeyh Ahmet Yasin’in kaynar yüreğinden taşmış o cümleler aklımın bir köşesinde… “Bu ümmet hiç utanmaz mı?”

Tepkilerimiz bazen bir heyecan ürünü olmakla kaldığı için olacak, bombalar yağmayınca yüreğimizin mahzun coğrafyasına sanki yüreğimiz yokmuş gibi davranıyoruz. Oysa ajanslar hala hastanelerdeki toplam yataktan üç kat daha fazla yatalak hasta olduğunu söylüyor. Evde tedavi olmak zorunda kalan yaralıların bir kısmının enfeksiyon kaptığı ifade ediliyor. Hala taciz ateşleriyle, hala zalim bir ablukayla, hala ölümle yaşam arasına çizilmiş çizgilerle yaşıyor kardeşlerimiz. Harap olmuş binalarla dolu talan edilmiş şehirde bizce savaşın bittiği yerde onlarca yaşam savaşı daha yeni başlıyor.

Ramazan Müslüman bilincimizi yenilemenin güzel bir vesilesiyken nasıl olur da Gazze’yi gündemimizin en dibine atabiliriz. Nasıl olur da namaz kılarken kıyamımızın anlamlı duruşunda mazlum coğrafyayı pay sahibi yapmayız hislerimize? Nasıl düşlemeyiz bir gün de Mescid-i Aksa’da teravih namazı kılma hayalini? Orucumuzun bize tattırdığı mahrumiyet nimetini tadarken nasıl olur da Filistinli aç yavruları hatırımıza getirmeyiz? Nasıl olur da seher istiğfarlarımızda hayıflanmayız elimizden bir şey gelmemesine? Öyle ya, onlar zalimle imtihan olurken, biz onlarla imtihan oluyoruz. Hangi imtihan daha büyük kim bilir? Nasıl irkilmez kalbimiz bu yükün ağırlığından? Bari bu kadarını yapabilsek…

“Utanmazsan dilediğini yap!” buyuruyor efendimiz. Veyl olsun canımızın her istediğini yapmayı bu kadar arzularken utanmamaktan utanmayan yanımıza… Menfaatlerinin fiyatını hiçbir değere değişmeyecek ağızlar buyurmuşlar: “bu bizim milli meselemiz değil, yanı başımızdaki sorunlarımız dururken ötesini düşünemeyiz.” Farkındayız, düşünemezsiniz. Muhtemeldir ki “yanı başımızdaki” sorunların çözümünde de slogan üretmekten öte bir katkınız olmadı. Muhtemelen olmayacak da. Lakin bırakın da iyilik sınır tanımaz diyen; iyiliği milliyet, ırk, coğrafya, inanç sınırlarının ötesinde yaşatan insanlar var olsun. Düşünemiyorsunuz madem, “ne olur bari aleyhimize olmayın…”

İncitmeyecek kadar ince olmak mı?
İncelmeyecek kadar kalın…
Göremeyecek kadar yüksek, fil dişi kulelerden.
Ağlamayacak kadar dirayetli.
Yumruğunu kanatamaz, vurduğunu kanatır.
Yanmaz, tutmaz, yapışmaz; çelikten gövde.
Söğüt sulamak dururken rüzgarın kaçıracağı kadar hafif.
Her esintide verem olan ciğerinin her köşesiyle.
Kan öksüren, kızılcık hoşafı içtim diyen.
Öksürmekten konuşamayan öyle ki…
Elimde değil susuyorum.
Susuyorum Rabbim adaletine.
“Susuyoruz”…Söğütlerim ve ben...
Bizi ıslah et.

Not: Pakistan’daki sel baskını sonucu mağdur olan kardeşlerimiz için yalnızca cep telefonunu kullanarak 5 TL’lik katkıda bulunmamız mümkün. PAKISTAN yazıp 5777’ye göndermek yeterli. (kimse yok mu yardım derneği kampanyasıdır)