
“
Ey iman edenler! Siz içinde yaşadığınız toplumu iyi yönde değiştirmek istiyorsanız, başkalarıyla uğraşayım derken
kendinizi, ailenizi ve çevrenizi ihmal etmeyin! Öncelikle kendinizi ıslah
edip düzeltmeye
bakın! O zaman hiç korkmayın;
siz doğru yolda olduğunuz sürece, sapıklığa düşen kimse size zarar veremeyecektir. Unutmayın ki,
hepiniz eninde sonunda
Allah’ın huzuruna varacaksınız. İşte o zaman Allah, tüm yaptıklarınızı size bildirecek ve hak ettiğiniz ceza veya mükâfatı tam olarak verecektir.” (Maide-105)
(Yukarıda tırnak içindeki metin bir “kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim meali”nden alıntıdır. Öncelikle bu güzel çalışma hakkında kendimce tanıtımda bulunmak istiyorum. Mahmut Kısa’nın eseri bu açıklamalı mealde aynen yukarıda olduğu gibi kelimeler kalın-ince yazılarak orijinal bir yöntem benimsenmiş. Kalın yazılan kısımlar Kur’an’ın bire bir meali, ince harflerle yazılan kısımlar ise müellifin tasarrufu ve açıklaması mahiyetinde. Muhammed Esed’in, Mustafa İslamoğlu’nun tefsir çalışmalarında parantez içinde kullanılan açıklamalar, Mahmud Kısa’nın çalışmasında parantez kullanılmaksızın yukarıda bahsettiğimiz yöntemle kaleme alınıyor. Tefsirlerde parantez içinde işlenen açıklamaların yanı sıra daha ayrıntılı olarak dipnotlarda geçen bilgiler de akıcı bir üslupla satır aralarına sığdırılmış. Meal kadar sade, tefsir kadar yorucu olmayan eserde parantezlerin kullanılmaması ifadelere ayrı bir akıcılık katıyor. Eserin müellifine ve Ramazan’da beni bu eserle buluşturan hocama dua ediyorum. Buradan okurlara bir başucu eseri olarak bu çalışmayı edinmelerini tavsiye ediyorum. Açıklamalı mealimiz Yediveren Yayınlarından çıkmış. Alt düzey bir Kur’an talebesi olarak ihtisasımız olmayan bu konuda sürç-ü lisan ettiysek affoluna.)
Cüneyt Arkın’dan dinlemiştim, hanımı kendisini içkili iken video kaydına almış. Sarhoşluğun etkisi geçince kocasına o dakikaları izletmiş. Cüneyt Arkın görüntüleri izleyip düştüğü halin farkına vardığını ondan sonra bir daha alkol kullanmadığını söylemişti. İnsan, psikolojinin savunma yöntemleri dediği yöntemleri istikrarlı bir şekilde kullanmada hayli maharetli. Bir çoğumuz kendimize dışarıdan bakabilme cesaretini kendimizde bulabilsek muttaki olma yolunda en büyük safhalardan birini kat etmiş olacağız sanıyorum. Öyle ya, teşhis olmadan tedavi ne ki?.. Onun için öyle buyruluyor Maide suresinde: “Ey iman iddiasında bulunan muhatap! Kendine bak.” Belki ,Dücane’nin diliyle, talip olmanın en zorlu yanı burası. Arifler ne güzel tarif ederler irfanı: “Kişi kendi kusurun bilmek gibi irfan olmaz.”
Muhakkak ki Allah bizden toplumsal sorumluluklarımızı bir kenara bırakmamızı istemez. Lakin sorumluluklarımızı toplumsal olanla sınırlayıp, cehd-ü gayretin kolay- heyecanlı- keyifli olanıyla sınırlı kalmak öyle görünüyor ki hem ihlas hem liyakat yönünden güdük kalmamıza sebep oluyor. Efendimizin cihad-ı ekber, cihad-ı aksar tanımlaması ne kadar da gündemimizin dışında oluyor bazen?
Bir kardeşim, sağolsun,
Dücane’nin eski yazılarından birisini benimle paylaştı. Son zamanlarda en etkilendiğim “talip yazıları”ndan birisi oldu benim için. Yazı şöyle başlıyor:
“İslâmcı kızlara İslâm sosyolojisi türünden lafazanlıklarla vakit kaybetmek yerine, önce doğru dürüst reçel yapmayı öğrenmelerini tavsiye etmiştim de bir zamanlar kıyametler kopmuştu.
Anadolu'da verdiğim bazı konferanslardan sonra —lâtife kabilinden— bendenize bir iki kavanoz reçel ikram eden kızlarımız bile olmuştu. (İkramların hiçbirini geri çevirmedim.)
Muradım basitti oysa.
Din'in her yaştan insanı beşikten mezara muhatab alan o dingin, o vakur sürekliliğine karşın, İdeoloji'nin sadece 20-30 yaşları arasındaki gençlerin dünyayı kavrayışlarına heyecan katan o geçici aculluğuna işaret etmekten ibaretti.”
İbn Haldun kitleleri bir araya getiren unsurların başında kavim asabiyetini sayar. Ona göre aynı kavimden olma, aynı dinden olmaya göre daha birleştirici bir sebeptir. Anlaşılanın aksine bence İbn Haldun’un çizdiği bu tablo bir ideal değil, bir tespittir. Daha çok birleştirici olma zaten tek başına bir ideal olarak kabul edilemez. Bilakis bu asabiyet bağlamında bir araya gelmiş insanların yaptığı işin en kolayıdır. Zira bir kavme mensup olmak için her hangi bir bedel ödemek gerekmez. Bu yüzden kendisini böyle bir mensubiyete ait hissetme, bir yere ait olma istidadındaki insan için en kolay yoldur. Kolaylığın yanı sıra bu asabiyet insanlara değişmez ilkeler, sağlam dayanaklar sunmada zorlanacaktır. Salt bir kavmin geleceği için yaşamak ideali tek başına vahyin yol göstericiliğine gerek duymayacak kadar basit bir mefkureyi ifade eder. Yine kısa açıklamalı mealimizden:
“Ey Müslüman! De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, bağlı olduğunuz sosyal çevre veya içerisinde yetiştiğiniz vatanınız, devletiniz, milletiniz veya aşiretiniz, kazanmış olduğunuz mallar, kesintiye uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; evet bütün bunlar, eğer size Allah’tan, Resulünden ve O’nun yolunda mücadele etmekten daha sevimli ise, o zaman, Allah hakkınızdaki toplumsal çöküş ve felaketinize dair emrini gönderinceye kadar bekleyin; çünkü Allah, bilerek ve isteyerek yoldan çıkan bir toplumu, asla doğru yola ve başarıya iletmez!’ Fakat Allah yolunda sabırla mücadele ederseniz, dünyada da, ahrette de kazanan siz olacaksınız.”
Yazımızın konusu kavmiyetçilik değil elbet, burada ifade etmeye çalıştığımız bir gruba sahip olmanın bir duruşa sahip olmaktan daha ehven sayılması yukarıda ifade edilen “aculluğun” bir göstergesi. Esasında bu ve bu türden eksikliklerimizin bir nedeni konformistliğin yanı sıra tevhid bilincine eremememiz, insanı-hayatı-evreni bütüncül olarak anlamamamız olmalı. İslamoğlu’nun ifadesiyle tevhid:
“İmanın göze fer, dize ferman, akla burhan, gönle sultan, dile ferman olarak yürüyüp mümince bakış açısına dünya görüşüne, basiret ve firasete cihad ve içtihada, muhabbet ve ülfet, tefekkür, tezekkür ve tesbihe, ahlak ve edebe, özetle hayata dönüşmesidir”
Dücane’nin yazısında vurguladığı dünyevileşme işte tam da tevhidin karşısındaki mefhumdur. Ve ne yazık ki dünyevileşen tasavvurlarımız “Kalk devrim oldu!” sloganını ezan sesinin hakikatinden daha heyecanla karşılamakta; aksiyonerimiz anlam bulamadığı ve anlam katamadığı dernek-vakıf faaliyetlerine ayrılan saatleri cüz’i bir kısmı ailesinden, sevdiklerinden, ulaşmamız gereken “insan”lardan esirgemektedir. Geçici heyecanlar okumadığı kadar yazmaya, düşünmediği kadar eylemde bulunmaya itmektedir bizleri. Haza bir “dava adamı”, bir “gönül adamı”, bir “ilim adamı” olmak muvahhid Müslüman olmaktan daha kolay, daha cazip gelmektedir nefsimize.
Yazımı Dücane’nin aynı makalesinden cümlelerle bitirmek istiyorum. Üstad’ın sorusu manidar: sahi ikincileri birincilerin yerine koyamaz mıydık?
“Aydınlar yerine âlimler... âlimler yerine ârifler... gazeteler yerine dergiler... dergiler yerine kitaplar... kitaplar yerine yazmalar... miting alanları yerine konferans salonları... konferans salonları yerine sohbet meclisleri...
Sloganla düşünmenin yerine derinlikli düşünmeyi... yani haykırmanın yerine konuşmayı...... konuşmanın yerine öğretmeyi... öğretmenin yerine öğrenmeyi... bilgisizliğin yerine bilgiyi... bilginin yerine sezgiyi... malumatın yerine ilmi... ilmin yerine irfanı...”
İkincilerin yerine birincileri:
"
Yorumun, yorumsamanın (anlamanın ve açıklamanın) hakkını vermek yerine güncelin ve gündemin çekiciliğine kapılmak... kitapların arasında kararmayı göze almak yerine sözümona sokakları aydınlatmak... tedris yerine tebliğ... talim yerine telkin... tekâmül yerine tekemmül... Kısaca din yerine ideoloji... Biz gibi yenilmek yerine, onlar gibi yenmek...
Mürekkebin şehadeti yerine kanın şehadeti...
Cemâl yerine celâl..."