18 Ocak 2011 Salı

İnceleme-Geniş Özet: Vecdi Aral - Hukuk Felsefesi

1991 yılında ikinci baskı olarak Filiz Kitapevi tarafından yayınlanan “Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları” Vecdi Aral tarafından kaleme alınmış. Kitapta önsözde ifade edildiği üzere hukuk felsefesinin temel kavramı “adalet” üzerine ortaya konulan düşünceler tartışılmış. Kitabın büyük bölümünde bir metafor olarak “değer” kavramı üzerinde durulmuş. Bundan başka başat konulardan biri de “pozitivizm yanılgısı karşısında doğal hukukun önemini ve haklılığı” olmuş.

Daha önsözde pozitivist hukuk eleştirisi olarak şu satırlara yer verilmiş:

“Pozitivist bir hukuk felsefesi bile pozitif hukukun yürürlülüğü için doğal hukuka ilişkin temel bir norma muhtaçtır: Bireylerin yürürlükte bulunan hukuka, onu temsil eden üstün güce uymaları gerektiği ilkesi. Aksi halde pozitivist bir hukuk görüşünün pozitif bir hukuk karşısında bireylere “ona uyup uymama keyfinize kalmıştır” demekten başka yapacağı doğru ve bir şey olamazdı.”

Bilim, Felsefe ve Hukuk Felsefesi başlıklı ilk bölümde yazar bilimin değeri ve niteliği üzerinde durmakta ve ifade etmektedir:

“Özellikle, doğal çevrenin kontrol altına alınarak yaşamımızın biçimlenmesi, korunması, rahata kavuşturulması, az da olsa uzatılması bakımından bilimin elle tutulur, gözle görülür başarısı onun değerini, her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracak ölçüde ortaya koymaktadır. Böylece bilimi (…) bu, pratik amacından ötürü sevmek yerinde ve haklıdır.” ( 9)

Yazar bilimin bu yanını “pratik yan” olarak tavsif ederken teorik yanı da “hakikate hizmet” diye ifade eder. İlerleyen satırlarda bilime “insan iradesini eğitmek ve geliştirmek” yönünden ahlaki bir değer isnat edilmiş. Bu hakikat sancısını şu satırlarla ifade etmiş Aral:

“Acı ve sıkıntılarda deney sahibi olan bir kimse, çelikleşmiş bir kimsedir; onun için hiç bir şey güç değildir; bütün büyük ve soylu işler için dayanıklılığı artmış, insanlığı, ahlaki erki gelişmiştir; ayrıca tüm insanlar karşısında derin bir anlayışa da ulaşmıştır. Oysa, acıya dayanıksız kişinin başına bir talihsizlik gelince kalıp değiştirir, ahlaken güçsüzleşir ve çöker; o, kişisel temel değerinde yaralandığı için, bundan böyle artık daha da doğrulamaz.” ( 11)

Aral bilimin değerini bu şekilde ortaya koyduktan sonra “bu değerin çok yüksek tutulamayacağını” söyler:

“Pozitif bilim evresi olan bu evrede, bütün karanlıklar ve yanılgılar ortadan kalkmış, hakikat ve açıklık egemen olmuştur. Bunun sonucu olarak, insanlığın tüm arzu ve umutları, amaç ve idealleri bilime bağlanmış, bununla da, mitik (efsanevi) düşünceden çoktan kurtulmuş olan modern insan, yeni bir mit kazanmıştır.”(11)

“Bu, bilimin değerinin çok yüksek tutulması, bilimcilik (siyantifizm) denilen tinsel (fikri-manevi) bir doğrultuyu gösterir. Buna göre, hakikat ve bilgi, yalnızca bilimin metotlarının ortaya koyduğu şeyden ibaret sayılmış, önceden hakikat ve bilgi kavramları belirtilmediği için, bilimin sahip olduğu metotlarla hakikate ne ölçüde ulaşılabileceği ve bilimin dışında, örneğin felsefe ya da sanat yoluyla bilgi kazanma olanağının var olup olmadığı sorusu bir yana bırakılmıştır.” ( 12)


Kitapta bir fizikçinin (Louis De Broglie) dilinden bilimcilik eleştirisine yer verilmiş:

“İlmin bütün tatbikatı hayırlı değildir ve inkişafının, insanlığın hakiki ilerlemesini temin etmesine yarayacağı kat’i değildir, zira bu ilerleme herhalde, hayatımızın maddi şartlarının yükselmesinden çok daha fazla, insanlığın fikri ve ahlaki yükselmesine bağlıdır. Bununla beraber, ilmin tatbikatının, her günkü hayatımızın bazı taraflarını tatlılaştırmış ve güzelleştirmiş olduğu kat’idir ve tatbikat, onu hak etmesini bilirsek, bu hayırlı işe devam edebilir. O halde ilmi, tatbikatı için, insan hayatına getirdiği teselliler ve rahatlıklar için sevmek meşrudur, fakat unutmamak lazımdır ki, insan hayatı buna rağmen, bizzat tabiatı icabı, kararsız ve sefil kalacaktır. Fakat zannımıza göre, ilmi gayreti, temsil etiği şeyin gayretini takdir ederek sevmek bakımından, başka bir sebep de bulunabilir. Gerçekten, bütün büyük şeyler gibi, bu gayret fikri sahada tam değerini kazanır; ilmi, zekanın büyük bir eseri olduğu için sevmek lazımdır.” (14)

İkinci olarak Felsefe başlığında görüşlerini beyan eden yazar “Felsefe Yapmanın Koşulları” bahsinde merak ve hayranlık unsurundan bahseder, Aral’a göre:

“Merak ve hayranlık, en arı biçimde gelişmişte (yetişkinde) değil, ancak çocukta ya da çocuklukta bulunur. Buna göre deha, sadece uzatılmış bir çocukluktur, çocukluğun uzatılmasıdır ya da çocuk kalmış olmaktır.” (20)

Felsefe yapmanın mantıki koşullarını ele alan Aral bir postüla olarak önümüzde duran her olayın bir sebebi olduğu önermesini eleştirir:

“Doğadaki her olayın bir nedeni olması, mantıki bir zorunluluğu deyimlemez; nedensiz bir olay düşünülebilir; eşyanın düzeninde nedensiz bir olaya rastlamamız, kesinlikle olanaksız bir şey değildir. Bu konuda söyleyebileceğimiz, nedensiz bir olayın düşünülemeyeceği değil, sadece onun bizim için kavranılmaz olduğudur.” (23)

Bununla birlikte Aral ön koşulsuz “tüm etkenlerden bağımsız” bir felsefenin mümkün olmayacağını söyler ve ekler:

“Bilim ve felsefenin bir ön koşula bağlanamayacağı, bilim ve felsefe yapan kişilerin içinde bulundukları real koşullardan soyutlanmış olmasını değil, bilim ve felsefenin içerik yönünden söz gelimi dini bir inanç, önceden hazır bir filozofik sistem, belli bir dünya görüşü gibi, bir takım ön koşullara bağlanamayacağını deyimler. İstenen, düşüncelerin sadece içerik yönünden ön yargılardan arınmış olmasıdır.” (24)

Kitapta en son hukuk felsefesinin üzerinde de durularak Giriş kısmı bitirilmiş. Kitap bu uzun girişten sonra geri kalan kısmı için Hukukun Kültürel Fonksiyonları – Hukukun Toplumsal Fonksiyonları olmak üzere iki ana başlık üzerinde kaleme alınmış.

Hukukun kültürel fonksiyonlarının içinde değer, değer teorisi, ahlak, adalet gibi “tinsel” kavramların hukuk metaforuyla birlikte çağrıştırdığı düşünceler masaya yatırılmış. İlk olarak değer teorisi üzerinde duran yazar hukukta değerlendirme aracı olarak adaleti işaret etmiş. Sık sık ifade edildiği üzere:

“Hukuk insanın doğal olayları ve özellikle doğal davranışları, kısacası “olan”ı, olduğu gibi kabul etmeyen değerlendirici tinsel yanının bir ürünü (tinsel bir yapıt) olarak meydana gelmiş ve bu yolla insani bir dünyayı biçimlendiren “olması gereken”i dikmiştir.”

Bununla beraber Aral’a göre hukukun bir “yeter nedeni”, bir meşruiyet kaynağı olmalıdır.:

“Düşünce dünyasında düşünsel oluşuklar (düşünceler, yargılar) varlıklarını bir başka düşünceden alırlar; düşünceler, bir başka düşüncenin varlığı nedeni ile geçerlik kazanır. Bir düşünce daha açık bir düşünceye indirgenmekle ya da ondan çıktığı saptanmakla varlık (geçerlik) kazanır ve böylece de anlaşılabilir olur. Doğadaki olayların birbirlerini oluşturması gibi, düşünce dünyasında da, düşünceler birbirlerini oluşturur ve temellendirir. Buna mantıkta yeter neden yasası denir. Bir düşünce, yeter nedenlere (neden olan diğer düşüncelere) indirgenebildiği ölçüde geçerlidir ve anlaşılabilir.

İşte hukuk da, bir düşünce oluşuğu olmasından ötürü, ancak yeter nedenlere indirgenmekle varlık ve geçerlik kazanabilir. Bunun içindir ki, pozitif hukukun üstünde, onun düşünsel temelini oluşturacak bir nedene ihtiyaç vardır; çünkü anayasa ile birlikte tüm pozitif hukuk, insanın bir yapıtı olarak çağlara ve toplumlara göre değişen kurallardan meydana gelmektedir. Bu bakımdan onu temellendirecek, gerekçelendirecek daha üstün ve son bir nedenin bulunması mantıken zorunludur.” (44)


Bu makul açıklama bize gösteriyor ki bir hukuk sistemi ona uymak zorunda olanların gözünde geçerli bir başka düşünceye ihtiyaç duyar. Bu düşünce ile hukuk geçerlik kazanır. Bu yüzden normlar hiyerarşisinin en başı Aral’a göre Anayasa değil adalettir.

“Adalete yönelmeyen bir hukuktan söz etmenin anlamı yoktur; nasıl ki, güzelliğe yönelmeyen bir sanat ya da hakikati amaç edinmemiş bir bilim anlamsızsa…” (46)

Aral varlık bilimleri ve değer bilimleri ayrımı yapar ve der ki:

“Objelerin varlık özellikleri ile değer özelliklerinin ve dolayısıyla varlık yargılarıyla değer yargılarının birbirinden çok değişik oluşu bilimlerin de bu açıdan varlık bilimleri ve değer bilimleri olmak üzere bölünmelerine neden olmuştur. Varlık bilimleri objelerin yalnızca varlık yapılarını göz önünde bulunduran bilimlerdir. Bu yüzden onlar varlık yargıları ile iş görürler. (…) Bir kimyacı için kötü kokan bir gaz güzel kokan bir menekşeden hiç de daha az değerli kabul edilmez. (…) Bir matematikçi için de, düzenli bir biçim ile düzensiz bir biçim arasında hiçbir değer ayrımı yoktur. Bütün bu bilimler kendilerini değer yargılarından uzak tutatlat. Değer yargısı vermekten kaçınırlar.” (49)

Değerlere ilişkin iki yanlış görüşten dem vuran Aral haz verici yahut arzu edilen şeylerin değer belirleyici olamayacağını ifade eder.

Değerlerin gerçeklikle ilişkisini Aral şöyle anlatır:

“Bir değer taşıyıcısı olarak gerçeklik, zaman düzeni içerisinde bulunur, bu yüzden de geçici ve değişebilir niteliktedir; oysa gerçekliğe bağlanmış olsalar da, değerler onlarla birlikte ne yok olurlar ne de değişirler. Ahlaklı bir kimse bu yoldaki düşünce ve zihniyetini değiştirebilir ve böylece ahlaklı bir kişilik olma özelliği de ortadan kalkar; fakat, bütün bu durumlarda değerlere hiçbir şey olmaz. Estetik ve etik değerler kendi ideal (düşünsel) varlıklarını, daha doğrusu geçerliklerini, her zaman korur ve sürdürür.” (57)

Değer rölativizmini eleştirel bir bakışla ele alan Aral bir çelişkiden bahseder:

“Kendi septik tezini ortaya atan ve herkesi ona inandırmaya çalışan bir septik düşünelim. Doğaldır ki bu septik, konumuz gereği, değer teorisine ilişkin bir septik olacaktır. Şimdi büyük bir olasılıkla o, tezinde formüle ettiği bilgiye uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra ulaşmıştır ve halen de bu bilgisini başkalarına aktarmak için hiçbir güçlükten kaçmamaktadır. Belki de bu amaçla büyük, bilimsel bir kitap yazmış olup, insanlığın sonunda hakikati öğrenmesi ve süre gelen bir yanılgıdan kurtarması için her türlü araçtan yararlanarak tezini yaymaya çalışmaktadır.

Fakat tüm bu çabalar önceden şunun kabulünü gerektirir ki, kendisince hakikatin bilgisi yüksek bir değerdir. Buna göre, onun septik tezini yayma girişimi, belli bir değerlendirmeye dayalı bulunmaktadır. Bu, şöyle bir değer yargısıdır: hakikati bilmek bir değerdir ve buna karşılık bu bilgiden yoksun kalmak, bilgisizlik ve yanılgı bir değersizliktir. “ (65)


Eleştirilerine devam eden Aral vicdan ve yükümlülük duygusunu irdeler:

“Yükümlülüğün içeriğini sosyal koşullar, kültür ve bunun gibi şeylerin belirlediğini bir an için düşünsek bile bu, vicdan ve yükümlülük duygusunun nereden geldiğini açıklayamaz. Vicdan ve yükümlülük duygusunu yer ve zaman koşullarına bağlı ampirik bir şey olarak anlayıp açıklamaya olanak yoktur. Onu psikolojik bakımdan bilinçaltı ya da sosyolojik açıdan tabu karakterli toplumsal bir istem diye gösterme çabaları vicdanın içeriğini bizzat kendisi ile onun bağlayıcılığı ile karıştırmaktan başka bir şey değildir.

Bu nedenler değerleri sübjektifleştiren bir kimse açık ve tek anlamlı olan bu durumu görmemekte ya da görmezlikten gelmektedir.” (67)


Değer septisizmine yönelik eleştirilerine devamla:

“Değerler kişilere toplumlara ya da çağlara göre değişiyor, değiştirilebiliyor ise onlar insanın düş ve düşüncesinin keyfi ürünü demektir. Böyle olunca da, istenildiği zaman tümüyle ortadan kaldırılmaları olanaklıdır. Oysa tarihte hiçbir zaman ve hiçbir toplumda ne hakikat, ne estetik, ne de değerin tüm ortadan kaldırıldığı, görülmemiş saptanmamıştır.” (68)

İlerleyen sayfalarda müellifimiz değer objektivizminin temellendirmesi üç başlıkta yapar: Fenomonolojik, ontolojik ve kültür felsefesi açısından… Sonuç kısmında yazar şu ifadelere yer verilir:

“Değerlerin değişmesi diye bir şey yoktur; değerlerin niteliğini iyi kavramış bir kimse, böyle bir şeyi kesin olarak olanaksız görür. Olan şey, düpedüz değerlendirmelerin değişmesidir. Kısacası, değerlerin rölativitesi denilen şey, gerçekte değerlendirmelerin rölativitesidir.”(77)

Sonraki sayfalarda değerlerin insanın bireysel-toplumsal yaşamındaki öneminden bahsedilmiş. İnsan varlığının amacını “insan olmaya adanmak” olarak tavsif eden yazara göre:

“Yaşamımızda durgunlukla içimize daldığımız öyle anlar vardır ki, bu anlarda kendimizi gerçekliğin kalbine daha yakın duyar, onun anlamını her günkü gürültülü yaşamımızda olduğundan daha duru bir biçimde görmek fırsatını elde ederiz. Böylelikle yaradılışımızın derinliklerinden “insan olmaya çalış!” diyen bir ses duyarız.

Bu sesin gösterdiği doğrultu, biricik mutluluk yoludur. Bu sese kulaklarını tıkayıp niteliğinin (insan olmasının)iç doğrultusundan uzaklaştığı zaman, en derin bir biçimde mutsuzluğa düşmektedir. Düşünce ve anlam dolu insan (gerçek insan) için asıl mutsuzluk, işte budur: ideale sadık kalmamış olmanın yarattığı sancılı bilinç; gerçek aydın olmaya karşı suç (günah) işlemiş olmanın bilinci…. Gerçekten her insanın önünde ne olması gerektiğini gösteren bir tablo bulunur. O, bunu gerçekleştirmedikçe, kendi kendisi ile barışık değildir.” (80)


Devamla:

“İnsan yaşamının gelişmesi için birtakım içeriksiz “olması gereken”lere, salt buyruk ve ödevlere uymakla değil, değerleri bu dünyada gerçekleştirmekle sağlanır. Salt “olması gereken” ve buyruklar, insan üzerinde çekici bir etkiden çok, korkutucu bir etki yapmaya elverişlidir. Bu “olması gereken”in özellikle olumsuz bir biçimde deyimlenmesinde, örneğin “öldürme!”, “çalma!”, gibi hemen hemen sadece yasaklardan bahsedilmesinde açıklıkla görülür. İnsan, daha çok genç insan, sahip olduğu güçleri kullanmak ister ve bunun için de onun, olumlu ideallere ihtiyacı vardır. O, ne yapmayacağını bilmekten çok, neyi yapabileceğini, neyi yapması gerektiğini bilmek ister. Yasaklar, buyruklar ve salt ödevler enerji dolu genç insana, etkinlikten yoksun, bunalım dolu bir yaşam önermektedir ki, o buna asla katlanamaz.” (81)

Aral bahsettiği bu değerler bütünü hakkında somut bir isimlendirme yapmasa da biz biliyoruz ki İslam hukuku tam bu noktada hayatı bütünüyle kavramakta, hitap ettiği insanda bir sorumluluk bilinci, bir vicdan, bir iç tutarlılık oluşturmayı hedef almaktadır. Değerden ari bir hukuku eksik kabul eden yazar isabetle şöyle der:

“İnsanlar arası davranış ilişkilerinin kuralı olarak kabul edeceği hukuku meydana getirirken de insan, onu sırf doğal ihtiyaçların yoluna ya da salt kaba gücün buyruğuna değil, daha çok özellikle, yüksek etik bir değer olan adalet hizmetine koymak durumundadır.”(83)

İlerleyen sayfalarda hukuk ve ahlak başlığı altında hukukun bağlayıcılığı tartışılmış:

Bireylerin bu hukuki ödev ve buyrukları içten benimsemeleri, daha doğrusu hukukun, bireylerin içten benimseyeceği bir öğeyi içermemesi durumunda, onun yürürlük ve bağlayıcılığının rastlantıya kalacağı ya da, hukuk düzenine (toplumsal düzene) büyük ihtiyaç duyduğuna göre, dış zorlamaya sırf devlet gücüne dayanacağı açıktır. Bununla da, hukukta bizi bağlayan şeyin kendi irademiz değil, yabancı bir irade olduğu, tümüyle hukukun yasa koyucu dediğimiz yabancı bir iradenin bize yüklediği yasak ve buyruklardan oluşan bir sistemden ibaret bulunduğu görüşüne varılmış olacaktır.” (90)Y

azar Kant’ın deyimiyle “emperatif, kesin bir buyruk olan” ahlaki değerlerin içinde saydığı adaleti ve bunun tezahürü olan hukuku bu yönüyle bağlayıcı kabul eder:

“Hukukun bağlayıcılığının temelini, insanın tinsel yanında kök salmış bulunan adalet değerinin oluşturduğu, böylece bir “olması gereken”ı deyimleyen hukuk normlarının, adalet değeri dediğimiz son bir “olması gereken”e dayandığı ya da dayanmak durumunda olduğu belirtilmelidir.”(92)

Adalete dayanmayan bir hukukun egemen bulunduğu bir yerde, hiçbir ödev kavramı bulunmayacak, hukuk güçlülerin güçsüzlere karşı güç kullanmasından ibaret olacaktır.”(93)

Bundan sonra Ahlak Teorisi başlığı altında mülahazalarda bulunan yazarımız ahlaki olanın niteliği, ahlaki değerler tablosu, irade özgürlüğü konuları üzerinde durmuş. En son adaleti hukuki bir değer olarak ele alıp ikinci bölüme; hukukun toplumsal fonksiyonuna geçilmiş.

Hukukun toplumsal fonksiyonu üzerindeki değişik görüşleri ele alan Aral, teolojik görüşün şu görüşlerine yer vermiştir. Teolojik görüşün hukuk felsefesi alanında kurduğu paradigmaya göre üç çeşit yasa vardır: 1.sonsuz ebedi yasa (lex aertena) 2. Sonsuz yasanın içeriğine aykırı olmamak ve hizmetinde bulunmak üzere, doğal yasa (lex natüralist) 3. İnsanlar tarafından yapılan ve doğaya uygun olması gereken, yer ve zamana göre değişebilen yasa (lex humana) ( 139)

Bizim de cümlelerimizi katarak yeniden açıklarsak: 1. sonsuz-ebedi yasa Rabb’in iradesi, O’nun hakimiyeti, sünnetullah, kozmik düzene konulan kevni yasalar, statik kader… 2. doğal yasa, sonsuz yasanın insanın aklına yansıyan kısmı, fıtrat, vahiy, selim akıl, adalet… 3.insan yasası hükümler, içtihadlar, fetvalar… şeklinde bir genel tasniften bahsedilebilir.

İlerleyen sayfalarda hukuku toplumsal bir düzen olarak ile alan yazar şu cümleleri kullanmış:

“Hukuk belli bir davranış için insana, yalnızca adalet adına buyurabilir ve onu bu davranışa zorlayabilir. Bu bakımdan sosyal bir düzen ancak, bir güç kullanılmasından daha çok bir şey olduğu, zamanının koşulları altında sosyal açıdan doğru ve adaletli olanı gerçekleştirmeye çaba gösterdiği zaman hukuk olarak kabul edilebilir. İnsanları bir arada tutan her düzen bir hukuk düzeni olamaz. Bir düzenin hukuk düzeni karakterini kazanabilmesi için, akla ve vicdana uygun bulunması gerekir. Bu nedenle, örneğin köyü basan bir çetenin gücüne dayanarak köy halkından para toplaması, buna benzer daha başka buyruklar ya da yasaklar koyması ve bunların yürürlülüğünü uzun zaman sürdürebilmesi, hukuk ve devlet düzeni ile ilgili bir şey değildir.

Böylece, bir hukuk düzeninin sağlamlığı ve sürekliliği de, onun zorla gerçekleştirilmesinde değil, adalet değeri dolayısıyla insanların ona kendiliklerinden içeriğini onayarak uymalarında temellendirilebilir…” ( 171)


Yazar hukukun ahlaktan ayrılmasını işler, ve der ki:

“Hukukun sırf iç eylemleri dikkate aldığı da söylenemez; o dış davranışların yanı sıra iç eylemleri, zihniyeti ve ruh durumunu da dikkate alır. Bilindiği gibi, hukukta kast savsaklamaya (ihmale), kötü niyet ile iyi niyete oranla başka başka değerlendirilir. Teamüd, kast, tedbirsizlik gibi bu tür ayrımlara, özellikle ceza hukuku alanında rastlanmaktadır.”( 185)

İlerleyen sayfalarda:

“Ahlak birey üstü objektif değerler düzenine ilişkindir. Bireysel vicdan, bu düzenin kökeni ve yaratıcısı değil, yalnızca algılama organıdır. Bu objektif değerler düzenine bağlı olarak ahlak, bireysel vicdanlarda ister gerçekleşsin ister gerçekleşmesin, karşımıza salt ahlak, salt ahlaki “olması gereken” biçiminde çıkar. Bütün ahlakın ve ahlakiliğin amacı (ideali) bu salt ahlaki “olması gereken”i gerçekleştirmektir.”( 190)

Bir sonraki bölümde doğal hukuk idealini inceleyen Vecdi Aral pozitif hukukla karşılaştırmalar yaparak doğal hukuk destekleyicisi mülahazalara yer verir:

“Pozitif hukukun iyi bir iradenin ürünü olabileceği kadar çok kez rastlantıya dayalı yargıların ve bazen de kötü bir iradenin ürünü olabileceği için daha çok geçici ve kusurlu bir insan yapıtı olması karşısında ondan kuşkulanan insanın umudu çok eskiden beri doğal hukuka bağlanmıştır” ( 198)

Yazar doğal hukuku çeşitli yönleriyle ele alamaya devam eder:

“Adalet düşüncesi çok genel ve soyut, adeta içeriksiz oluşundan ötürü, hukuk düzenlerinin böylece de hukuk biliminin istenen çelişmesiz birlik ve bütünlüğünü sağlamada yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, ona içerik kazandıracak ve hukukun birliğini gerçekleştirmek üzere uygulanmasını olanaklı kılacak, hukuk düzeninin kademeli yapısında bir takım ara ilkelere ihtiyaç olduğu ortadadır. İşte doğal hukuk, bu ara ilkeleri temsil edecek ve etmektedir.” (210)

Bundan sonra bu doğal hukuk ilkelerini özgürlük, barış, eşitlik, güvenlik gibi başlıklarda ele alan yazar eserine son vermektedir.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Şu Karşıma Göğüs Geren...

Bir fon müziği olacaksa yazımı üstlenecek, türkülerden seçilmeli derim. Eskilerden şöyle makamlı şöhretli bir sanat müziği nağmesi de olabilir aslında, ne ki yüreğim/iz bu kadarına kolay dayanamaz gibi. Yanlış anlamayın. Kalp sıkletinin düşüklüğü bana, ölçme-değerlendirme evvela okuyucuya aittir.

Taşlara öylesine hasret duyan bir yürek, içinden sular fışkıran, bir taş kesiliverir bazen. Yarinden, dostlarından, ana-babasından özge bilirse bir şehrin taşlarını bir adam, nehir diplerinde yuvarlanan taşlar gibidir. Özlemiyle müsemma bu adam denizine akmak için etrafını çevreleyen her şeyi görmezlikten gelir. Çünkü varacağı deniz çocukluğunun şehridir adamın, şehrinin çocukluğu… Bir şehrin taşlarını öylesine sever bir adam… Çünkü o taşlarla sokaklara çizgi çekmiş; o taşlarla gazoz kapağı kazanmış; sapanını o taşlarla doldurmuştur icabında. Neylesin de o taş binaları hatırlamasın adam şöyle tanıdık bir türkü duyunca…

Taşa verdim yanımı / Toprak emdi kanımı / Azrail’e can vermezdim / Canan aldı canımı…

Bir şehri güzel kılan hatıraların başrol oyuncusu o hoş insanlar değil mi? Esentepe mahallesinde camiye giderken, yorulmadan devam ettirilen bir alışkanlık olarak, sokakta oyun oynayan çocukları yanına sesleyip elini öptüren, sonra tek tek onları öpen ihtiyar… “Şeker dede”mizi görür görmez biz de ona doğru koşardık elbette…

Sonra aslan arkadaşlar… Tehlikeli bir oyunun elim sonucu olarak arkadaşımın iki kaşının ortasına ciddi bir sopa darbesi gelmişti. Darbeyi yiyen arkadaşım, suçun aşikar faili ise bendim. Olaya şahit olan yalnız ikimiz… Kasıt olmaksızın vursam da çok üzülmüştüm dikkatsizliğime. Burnu kanayarak eve koşarken “ne oldu!?” sorusunu soran annesine “düştüm!” diye cevap veren küçük arkadaşım nasıl da etkilemişti beni. Daha sonra bu olayla ilgili hiç kimseden hiç bir ima dahi işitmemiş olmam ne güzelmiş dedirtiyor bana çocukluğumun Sivas’ı… Sivas’ımın çocukluğu… Hani duman duman dağlarıyla…

Dağları duman aldı / Bülbülü figan aldı / Azrail’e borçlu kaldım / Bir canım var yar aldı...

Bilmiyorum ki nerde kaldı şeker dedeyle aslan arkadaşlar. Benim şehirden bir arkadaşım var. Bir seyir defteri gibi tüm arkadaşlarımı sokaklarının hafızasına işlemiş bir şehir. Öyle diyorum kendime.. Biz mi vefasızız, zaman mı gönlümüze mühür vuruyor bilinmez ama şehrimin sokakları hiç unutmuyor beni. Ne de ben unutabiliyorum okul bahçesinde yapılan mahalle maçlarını. Benim arkadaşım ozanlar şehri. Taş handa çay içmeye gittiğimde herkes sussa o konuşuyor benimle. Kimseyle konuşamasam şehrimin ikindi kızılıyla konuşuyorum, kalenin yokuş yukarı kaldırımlarını tırmanırken. Bir şiir yazıyorum sadık dostuma:

Düşünmeden çıksam yola

Beklerm'ola memleketim ?

Yollarıma yollarını

Eklerm'ola memleketim ?

Desem viran oldu sensiz,

Sızlar oldu yerli yersiz,

Aramıza engel densiz,

Dağlarm'ola memleketim?

Gözlerim ufkunda kaldı,

Kızıllığın dimağımda;

Çocukluğum sokağında,

Beklerm’ola memleketim ?

7 Ekim 2010 Perşembe

Ezgiler ve Marşlar

Sanatın bir düşünceyi veya fikri aktarmadaki görevi oldukça yüksektir. Bu aşamada kurduğu köprü sağlam ve etkili olur. Müzikte bunlardan biri kuşkusuz… Neredeyse müzik dinlemeyen insan sayısı yok diyebileceğimiz kadar azdır. Müslüman camianın da müzik konusunda çeşitli çabaları, uğraşları olmuştur. Bu uğraş 80’li yılların ortalarında başlamıştır diyebiliriz. O zamanlar “bant tiyatroları” vardı. Yani “kaset üzerinden dinlenen, görüntüsüz tiyatro” tanımını yapabiliriz. Genelde içerik olarak da Asr-ı Saadet yılları, o dönemde yapılan savaşlar, sahabenin kahramanlıkları anlatılırdı. Mute Destanı, Musab b. Umeyr, Mekke’nin Fethi gibi bant tiyatroları unutulmazlar arasındadır. İşte bu tiyatroların arasına da enstrümansız ezgiler - o zamanlar enstrümanların günah olduğu düşüncesi vardı- serpiştirilmişti.

Yener Turan, Tamer Duman, Ömer Karaoğlu, İbrahim Tanrıkulu, Eşref Ziya, Mesut Yabanigül, Taner Yüncüoğlu, Abdulbaki Kömür ilkler arasındadır. Bu yolda çok çalışmış, hala da çalışan ve çizgisinden asla çıkmayan Üstad Ömer Karaoğlu’nun ve birçok ünlü bestesi olan ( Şehid Türküsü, Kuşlar…) ve Ömer Karaoğlu ile birlikte 5–6 albüm yapan, “Sel” isimli solo albümü olan fakat günümüzde tanınmayan Tamer Duman’ın kurduğu Grup Selika ilk ezgi grubudur. Yine Eşref Ziya ile beraber 4–5 albüm yapan, Kalksam ve Dirilsem Albümündeki eserlerin yarısını yorumlayan ve “Ah Şehadet” isimli solo albümü olan İbrahim Tanrıkulu da büyük emektarlardandır. O’nun “Ey Mücahid Metin Yüksel, Bizlerin önderi siz şehidler” eseri asla unutulmamıştır.

Bant tiyatrolarını insanlar artık içlerindeki bu ezgiler için almaya başladılar. Hal böyle olunca da 90’ların başında artık ezgi, marş kasetleri çıkmaya başladı. Es Rahmet Rüzgârı, Doğ Ey Güneş, Elbet Sorulur, Andolsun, Kalksam ve Dirilsem adlı albümlerle tanıştık ve hala da dinlemeye devam ediyoruz. O kadar güzel, o kadar özgündü ki. 90’ların ortalarında bu sayılar daha da artmaya, ilgi çoğalmaya başladı. Aykut Kuşkaya, Bestami Korkmaz, Grup Kıvılcım, Grup Genç, Grup Mavera, Hakan Aykut, Mesut Çakmak, Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Kardeşlik Çağrısı, Mikail ve adını unuttuğum daha birçok kişi ve grup…90’ların heyecanlı zamanlarında, Bosna, Çeçenistan, Afganistan savaşlarının da etkisiyle ezgi ve marşlar doruğa ulaşmıştı. Fakat o zamandan günümüze gelen ve hala aktif olan çok az kişi kalmıştır maalesef. Grup Yürüyüş, Alper, Umut Mürare, Taha gibi değerli sanatçılar çıksa da eskiye özlem hiç bitmemiştir. Ama sonuç olarak İslami camianın özgün müziğinin yerini hiçbir şey tutamamıştır, tutamazda. Çünkü içerisinde samimiyet, gaye, direniş ve umut vardır.

Bari Siz Yapmayın

Anayasa değişikliğinden sonra ve yeni anayasa çalışmalarının gündeme gelmesinin ardından başörtüsü de akıllara gelmeye başladı. Belki de bir sene içerisinde bu sorun çözülebilir fakat önemli olan şimdiye kadarki imtihan süreciydi. Birçok onurlu bacımız üniversitelerini yarıda bıraktı, birçoğu da hiç gitmedi. Bu onurlu davranışları elbette Allah katında onları yüceltti. Rabbimizin emrine, cennet nimetlerine bu dünyanın geçici hazlarını tercih etmediler. Elbette cennet kolay kazanılmaz. Bu bağlamda bu imtihan da kolay değildi. Yasağın olduğu ilk zamanlarda her gün bir eylem, olay, haber çıkıyordu. Yani olay popülerleşmişti. Herkeste davaya aşırı bağlanma ve sahip çıkma pırıltıları vardı. Fakat aradan yıllar geçti, olayın medyatik heyecanı, sloganik söylemleri yavaş yavaş azalmaya başladı ve Müslümanlar o zamanki kadar davaya sahip çıkmamaya, davayı önemsememeye başladılar. Kırılmalar, dökülmeler, pişmanlıklar boy gösterdi.

İşin en can alıcı noktası ise birbirlerine desteği kestiler. Artık başörtüsünün yerini iyi bir fakülte, güzel bir diploma aldı. Alınan puanlar, girilen sınavlar, yapılan netler… Daha da kötüsü onurlu direnişçilere akılsız(!), basiretsiz dediler. Zaten sistemin engelleriyle yıpranmış bacılarımıza bir de Müslümanlar vurmaya başladı. Benim kızımda üniversite okusun, diploma alsın kaygısına düştüler. Davaya sadakat bu mudur? Vahiy böyle mi emreder? Neyse herkes kendi düşüncesinden ve görüşünden sorumludur. Ama asla bir Müslüman’a, başörtüsü konusunda ve diğer İslami eylemlerinde bedel ödeyen, acı çeken ve davasında sebat gösteren müminler için “yanlış yapıyorlar, ilerde pişman olurlar, hala orda mı kalmışlar, basiretsizler” gibi laflar etmek yakışmaz.

Müslümanlara düşen birbirlerine sürekli destek vermek, birbirlerini ve davalarını yarı yolda bırakmamak, bir iş yapacakken veya söz söyleyecekken kardeşleri üzerinde oluşturabilecek kötü etkileri düşünmek ve ona göre hareket etmektir. En büyük değer bedel ödeyebilmektir. Çünkü Allah asla kendi yolunda bedel ödeyen kullarını pişman etmez!

İki Dünyadan Hangisi?

“Bu dünyanın cezbedici hayatı, olsa olsa şu misale benzer: gökten indirdiğimiz bir su (düşünün); nihayet o insanların ve hayvanların kendisinden beslendiği bitkilerce emilir. Derken toprak (yapay) bir parlaklık ve baştan çıkarıcı bir tezyin ile arzı endam edip de sakinleri onun üzerinde tamamıyla hâkim olduklarını düşünmeye başladıklarında; bir gece vakti ya da güpegündüz, (ansızın) emrimizin infaz (vakti) geliverir: Böylece onu, sanki önceden hiç safa sürmemiş gibi kökünden sökülmüşe çeviririz. İşte Biz düşünen bir toplum için ayetlerimizi böyle açık ve anlaşılır bir biçimde dile getiriyoruz. ” (10/24) 1

Rabbimiz ne de güzel anlatmış değil mi? Bu ayet her şeyi anlatmada yeterli aslında. Dünya hayatının neyden ibaret olduğunu açıklıyor bizlere. Dünya hayatı böyleyken ona aldanıp ahireti unutmak ne ahmaklık değil mi? Ama maalesef hepimiz dünyaya dalıp gidiyor, çoğu zaman ahireti, ebedi yurdu, hesap gününü, cenneti ve cehennemi unutuyoruz. Bu anlamda dünyevileşmek müminler için büyük bir tehlike. Dünya rüzgârının bizi savuracağı yer kuşkusuz cennet olmayacaktır. Bizde bu tehlikeye karşı hayatımızın her anında Allah’ı anmalı, yapacağımız tüm eylemleri Allah’ı düşünerek ve Allah için yapmalıyız. Gittiğimiz ortamlar neresi olursa olsun, yalnızken veya bir toplulukla birlikteyken, konumumuz ne olursa olsun Allah’ın huzurunda bulunduğumuz gerçeğini unutmamalıyız. Ölüm çok yakındır elbet ve çok kolay gelebilir. Dünyayı merkeze alıp da ölümü bir kenara bırakırsak ansızın ölüm bizi bulabilir ve sonrası ebedi hayat. Kuran’da dünyaya dalmış, dünya için çalışan, dünyevi hazlarına esir olmuş kişilerin özellikleri verilmiştir. Kuranda bu konularla ilgili daha birçok örnek olmasına karşın çıkarabildiklerimize bakalım:

1) Dünya Hayatının Geçici Haz ve Anlık Zevkten İbaret Olması (3/14, 4/94, 7/24, 7/169, 9/38)
2) Şeref ve İtibar İçin Kâfirlerle Dost Olmak (4/139, 5/52)
3) Cimrilik Hastalığı (3/180)
4) Gurur ve Kibir (4/172, 9/25, 17/37)
5) Nankörlük (10/12–22–23)
6) Kıskanma ve Hased (5/27)
7) Dünya Malı İçin Yapılan Yanlışlar (6/151–152, 9/58–59)
8) Gönlü Allah Yolunda Harcadığında Kalmak (9/98)
9) Başkalarına Öğüt Verirken Kendimizi Unutmak (2/44)
10) Gösteriş ve Gönül İnciterek Yardım (2/264, 4/142, 9/54)
11) İbadetlerde Üşenme (9/54)
12) Az bir Pahaya Ayetleri Satmak (3/77)
13) Doğru Yola Girdikten Sonra Ayakların Kayması (2/209, 3/86)
14) Toplumlarla Alay ve Gıybet Hastalığı (49/11-12)
15) Kafirlerden Korkmak ve Onlara Saygı Duymak (4/77, 5/3, 5/44)
16) Kuran’a Karşı Kalplerin Katılaşması, Ayetlerin Tesirsizliği (57/16)
17) Kuran’a Terkedilmiş Kitap Muamelesi Yapmak (25/30)
18) Dünyaya Özlem Duymak (3/152, 6/70–71, 7/51, 7/176)
19) Çoğaltma Tutkusu ve Hırsı (102/1–2)
20) En Küçük Yardımı Dahi Esirgemek (107/7)
21) Dünyalıkların Ahiretteki Faydasızlığı (13/18,69/28)
22) Hayvanlardan Farksız Yaşam Sürmek (47/12)
23) Bizlere Allah ve Resulünden Daha Sevgili Gelen Dünyalıklar (9/24)
24) Kuran’dan Uzaklaşmanın Sonucu ( 43/36-37)
25) Şeytanın İnsanları Dünyevileştirmesi ve Allah’tan Alıkoyması (5/90-91)

Başlıklar ile ayetleri özetlemeye çalıştık ama tabiî ki yetersiz kaldı. Hepsini teker teker okursak eminim hepimize daha çok faydalı olur. Çünkü bizzat ayetlerden okumanın tesiri ve farkını hepimiz çok iyi biliriz. Elbette birde müminlerin özelliklerini, nasıl yaşamaları gerektiğini, dünyevileşme hastalığından ne yaparak kurtulmaları gerektiğini Rabbimiz kitabında bizlere söyler. Birde onlara bakmaya çalışalım:

1) Cennet İçin Yarışmak ve İyiliklerin Peşine Koşmak (3/133, 58/11)
2) Bollukta da Darlıkta da İnfak (3/134)
3) Öfkeyi Kontrol Altında Tutmak, Hataları Affetmek (3/134)
4) Hatada Israr Etmemek (3/135)
5) Her An Allah’ı Anmak (3/191)
6) Allah Yolunda Savaşmak (4/74)
7) Allah Yolunda Tüm Gayreti Harcamak (5/35)
8) Allah’ın Sevgisini Yitirmekten Korkmak (13/21)
9) İstişare Etmek,Danışarak İş Yapmak (42/38)
10) Ne Olursa Olsun,Kim Olursa Olsun Adaletten Taviz Vermemek (4/135)
11) Ölçme Değerlendirme Yaparken Dikkatli Olmak, Haksızlık Etmemek (55/8–9)
12) Vakarlı Olmak (25/72)
13) Allah’ın Huzurunda Bulunduğumuz Gerçeğini Unutmamak ( 10/61, 34/46)
14) Tebliğ Vazifemiz ( 7/6–7, 35/32)
15) Sevdiğimiz Şeylerden Vermek (3/92)
16) Bilmediğimiz Konuda Tartışmamak (3/66)
17) Bedel Ödemek (12/33, 29/10)
18) Yıkıcı Değil Yapıcı Eleştiri Yapmak (11/88)
19) İnsanlığa Model Olmak (2/143)
20) Ümmet Olmanın Gereğini Yapan Bir Ümmet Olmak (3/104)
21) Güzel Öğütle ve En Güzel Mücadele Yöntemiyle Davet(16/125, 23/96, 33/48, 41/34)
22) Müminler ve Kardeşlik (3/103, 3/156–159, 8/46&73, 49/10)
23) Gece Kıyamının Önemi ve Bıraktığı Etki (73/6–7, 3/113)
24) Gece Uykuya Ara Vererek Namaz Kılmak (17/79, 32/16)
25) Sabah Namazı Okuyuşu ve Manevi Algıları Açması ( 17/78)
26) Gerçek Bir Namazın Etkisi (29/45)
27) Tahriklere Gelmemek, Fevri ve Tepkisel Davranışlara Sürüklenmemek (30/60)
28) Bedel Ödemeden ve Sınanmadan Bırakılmayacağımızın, Cennete Giremeyeceğimizin Bilincinde Olmak (2/155, 2/214, 12/33, 29/1–2–3, 29/10, 47–31)
29) Seher Vakti İbadetlerinin Önemi (3/17)
30) Emanetlere Sahip Çıkmak ve Ahidlere Sadık Kalmak (23/8)
31) Müminlerin Birbirleri Hakkında İyi Zanda Bulunması Gereğini Bilmek (24/12)
32) Tüm Birikimlerden Daha Hayırlı Olanın Bilincinde Olmak (10/58)

Kuran’ı okumak yetmez, elbette öğüt almak ve yaşamak gerekir. Hayatımızın her anını ayetlerin rehberliğinde ve yaşayan Kuran Hz. Peygamber’in örnekliğinden yola çıkarak yaşamalı, Allah’a yaraşan güzel bir kul olmak için tüm gayretimizle çalışmalı, dünyanın geçici zevklerine dalarak yaradılış gayemizi unutmamalıyız. Son sözü yine Rabbimiz söylesin:

“Şüphesiz Allah’a tam teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, O’na güvenip inanmış bütün erkekler ve kadınlar, O’na adanmış bütün erkekler ve kadınlar, ahdine sadık bütün erkekler ve kadınlar, sıkıntılara karşı direnen bütün erkekler ve kadınlar, (Allah’a karşı) derin bir saygıyla titreyen bütün erkekler ve kadınlar, (Allah’a) sadakatlerini servetlerini yoksullarla paylaşarak isbat eden bütün erkekler ve kadınlar, benliklerini denetim altına alıp oruç tutan bütün erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan bütün erkekler ve kadınlar, Allah’ı sürekli hatırda tutan bütün erkekler ve kadınlar… (İşte) bunlara Allah sınırsız bir bağış ve muhteşem bir ödül hazırlamıştır.” (33/35) 2

1-2: İslamoğlu Mustafa; Hayat Kitabı Kuran, Düşün Yayıncılık, Mart 2009

10 Eylül 2010 Cuma

Referanduma Beş Kala...

Uzun, netameli bir süreçten sonra referanduma günler kaldı. Türkiye’nin siyasi gündemi yaz aylarında nadiren yaşadığı bir yoğunlukta geçti. Alanım itibariyle bizi doğrudan ilgilendiren referandum hakkında birkaç kelam –son günlerde de olsa- etmek yerinde olacak diye düşündüm. Lakin yine de teknik hukuki mülahazaları çok da tekrarlamak niyetinde değilim, yeni şeyler söyleme uğraşı içinde bulunacağım.


Hukukçunun en önemli vasıflarından birisi “objektif olması” olarak ifade edilir. Ne var ki söz konusu bir anayasa değişikliği ise hukuk yorumcularının kendi siyasi çizgilerinden etkilenerek değerlendirmelerde bulunmaları kaçınılmaz olmaktadır. Anayasa kanımızca siyaset biliminden bağımsız düşünülemez. Siyaset bilimi ise normatif-öznel görüşlere açık bir alandır. Hukukçularımızın kimileri devlet, resmi toplum, merkeziyetçilik, kollektivite, cumhuriyet gibi kavramlardan güç alırken; kimileri özel inisiyatif, sivil toplum, çok seslilik, otonomi, demokrasi gibi kavramları bayraklaştıracaktır. Bu farklılığın ve bu farklılığın doğurduğu farklı hukuki yorumların olağanüstü görülmemesi gerekir. Salt bu farklılıktan yola çıkarak bir tarafın hukuki yorumunu mutlak manada zayıf, başarısız bulamayız.


Peki hiç bir sınır yok mudur bu yorum farklılıklarının ayağını yere bastıracak? Nedir tüm bu ekollerin, bu farklılıkların nirengi noktası? Yine farklı görüşlere göre bu aradığımız kavram demokrasi, evrensel değerler, cumhuriyetin nitelikleri, kamu yararı, çoğunluğun görüşü, mutlu azınlığın hassasiyetleri vs… diye sıralanabilir. Lakin bizce tek kelimeyle net bir değerdir: adalet! Hukukçunun ve hukukun farklı ekollere göre farklı ilkeleri benimsemesi anlaşılabilir. Bunun içinde olmak üzere herhangi bir ideolojiye, dünya görüşüne angaje olmak dahi hoş karşılanabilir. Tüm bunların üstünde hukuk ve hukukçu bir tek değerden ödün veremez: adil olmak. Adalet ve zulüm ayrımında ortalama ahlaklı bir insanın tercihini hangisinden yana kullanacağı aşikardır; hukukçunun ise böyle bir ayrımda tercih hakkı olamaz. Hukukçunun en asgari ve olmazsa olmaz vasfıdır adil olmak.


Yukarıda geçen, hukuki yaklaşımların farklılığına karşı gösterilmesi gerektiğinden bahsettiğimiz hoşgörü, işte bu noktada, adalet ve zulüm ayrımında söz konusu olamaz. Ve ne yazık ki bu süreçte birçok hukukçunun (yahut hukukçu olmayan sözcünün) mensubu olduğu ideolojik, sosyoekonomik, felsefi “ideal”ini her türlü adalet mülahazasının üstünde tuttuğu gerçeği bir kez daha aşikarane ortaya çıkmış oldu. Hemen belirtelim kararımız “evet”ten yana olacak. Hatta “hayır” oyunu vereceklerin tam da eleştirdikleri noktalarda değişiklikle gelen genel farklılığın daha ötesine gidilebilirdi; yani moda tabiriyle "yetmez ama evet." Daha ötesine geçilmesinin talepçisi, takipçisi olmak kaydıyla evet. Mevcut hukuk sisteminin “adalet dağıtmak” mesleğinden istifa edip kendini ideolojik ortaklarını ve projelerini korumaya adamış olduğunu sık aralıklarla ve dehşetle temaşa ediyoruz. Bundan daha kötüsü olabileceğini sanmadığım için evet. Hayırcıların bütününün darbeci, kötü niyetli, vatan haini vs.. olduğunu düşünmüyorum elbette. Bununla birlikte hayırcıların hiç birinden geçerli her hangi bir sebep duy(a)madığımı söyleyebilirim.


İtirazlar HSYK ve Anayasa Mahkemesinin yapısını değiştiren değişiklik maddelerinde yoğunlaşıyor. Hayırcı cephe “kuvvetler ayrılığı” ilkesini vurgularken, demokrasiler açısından vazgeçilmez bu ilkenin doğup geliştiği batı ülkelerinin uygulamalarını açıklamakta zorlanıyor. Zira hayırcıların paradigmasına göre Batı’da meclisin, senatonun, devlet başkanının üye dağılımını çok daha etkin rol alarak belirlediği HSYK benzeri kurumlar ya da anayasal denetim yapan kurumlar yürütmenin, yasamanın maaşlı memuru mesabesinde olsa gerek. Tabii ki iddiam batıdaki her türlü uygulamanın kusursuz, yanlışsız, la yusel olduğu değil. Lakin bu iddia kadar büyük bir iddia da kaba tabirle Batı Devletlerinin bu işi bilmediğidir ve elbette ispata muhtaçtır.


Evvela ifade edelim ki -cumhur ulemanın görüşünün tersine- bizce bir hakimin siyasi görüşünü açıklaması, kendisini bu şekilde ifade etmesi tarafsızlığına gölge düşürmez. Bir ideolojiye sahip olmak o ideoloji yanlısı haksız karar verileceğine mutlak karine teşkil etmez. Eğer burada bir zaaf aranıyorsa hakimin kendi ideolojisini açığa vurması değil bir ideolojisi olmasıdır. Bunun önlenmesi, bastırılması mümkün olmadığından açığa vurulmasının önüne geçilmesi de anlamsızdır. Bizce hakimlerin kendi siyasi-felsefi konumlarını bir vesile ibraz etmeleri vicdanların rahatlaması açısından gizlemelerinden daha evladır. Hakim kelimesi yerine memur, öğretmen, kamu görevlisi.. koyarak da yukarıdaki aynı cümleleri rahatlıkla tekrarlayabiliriz.


Bu ayrı bir bahis olarak saklı kalmak üzere, tartışmaların en özünde aslında değişiklik teklifine konu olan kurumların siyasi görüşleri açısından üyelerinin yüzdesi bulunmaktadır. Yargının siyasallaşmasının ne anlama geldiğini hayırcıların konuşmalarının satır aralarında buluyoruz: mevcut iktidara yakın görüşlü insanların DA Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyeleri arasına girebilmesi… Yani yukarıda bahsettiğimiz üzere parlamentonun üye dağılımında daha etkin rol oynaması. Kilit noktası olarak, hayırcılar, mevcut iktidarın karşıtlığı üzerinden bir politika yürüterek, bu iktidarın değişiklikten maksadının kendi görüşünden hakimlerden oluşan bir mahkeme oluşturmak olduğu ifade ediliyor. Böylece kuvvetler ayrımı işlevselliğini yitirecek, siyasal iktidarın denetlenemediği bir tablo ortaya çıkacaktır. Oysa dikkatle ve insafla incelendiğinde değişikliğin gerek HSYK’da gerek Anayasa Mahkemesi’nde belli bir görüşten değil, her görüşten yüksek hakimin görev almasına yol açacağı görülüyor. Hatta denebilir ki mahkeme ve kurul üyelerinin siyasi eğilimleri değişiklikten sonra dahi milletin eğilimiyle paralel bir oranda belirlenemeyecektir, bu bir adaletsizliktir.


Hayırcıların burada itirazı bir mantık silsilesinin değil bir heyecan ve insiyakın ürünüdür. Zira belli ki hayırcıların söz konusu kurumlara yüklediği mana bu kurumların mono blok bir kaya gibi homojen ve iktidar karşıtı olması gerektiğidir. Bir türlü görmek istemedikleri nokta anayasa mahkemesinin –uygulamalarıyla tersini sık sık fiilen ifade etmiş olsa da- siyasi bir yerindelik denetimi değil bir hukukilik denetimi yaptığı gerçeği. Bir çok hayırcı, bu genel demokratikleşme sürecine karşı duran birçok devletçi acı bir şekilde anayasa mahkemesinin parlamentonun genel eğilimine ters yönde bir siyasi eğilime sahip olması gerektiğine inanıyor. Kimileri de böyle olmasını gayri-ihtiyari istiyor. Zira hayırcıların kendi siyasi görüşleri gereği birçok kötülüğün kaynağı kandırılmış ekseri çoğunluğu temsil eden, parlamentonun ekser çoğunluğuna sahip siyasi iktidarlardır. Evet, referandumla ilgisi bulunmayan bölücülük, gericilik, yabancı güçlerin maşası olmak, kayısı üretimini durdurmak gibi suçlamaların bu süreçte gündeme gelmesi aslında çok da şaşılası değil.


Nihayet bence tüm mesele mevcut HSYK’nın değişikliklerle ilgili ifade ettiği o itiraz: “bu uygulamalar ancak ileri demokrasiler için uygulanabilir.” Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı bu cümleyle netleşmiş gibi: batı elbette bu işi biliyor. Bu çok net bir itiraftır. Evet, bu ileri demokrasilerde bizim mevcut uygulamamız iğreti duracak hatta komik kalacaktır. Bununla birlikte “biz seçimi kazanamıyorsak orada kaliteli demokrasiden bahsedilemez” mesajı veren mevcut kadro ideolojik, sınıfsal bir iktidarın sözcülüğünü yapmaktan çekinmiyor demektir. Bu devlet iktidarının belirlediği bize özgü laiklik, bize özgü demokrasi, bize özgü hukuk devleti hala gündemdeyken bize özgü HSYK’nın, Anayasa Mahkemesi’nin yaşamasına ve yaşatılmasına şaşırmak da anlamsız.


Söylemek istediğimiz, her türlü ayrıntıyı bir yana bıraktığımızda, meselenin aslında çok bariz bir dönüşümün ürünü olduğu. Artık mızrak çuvala sığmamakta, değişik talepleri, kendine güveni ile sivil toplum, resmi toplum karşısında rüştünü ispat etmektedir. Büyük kitleler artık resmi bir ideolojinin nesnesi değil, kendi var oluşunun öznesi olmak durumundadır. Kaçınılmaz ve kimilerince korku verici olan tüm gerçeklik bundan ibarettir. Başka bir şey değil, bence bu referandumun anlamı milletin, var olduğunu onu görmek istemeyenlerin yüzüne karşı bağırmasıdır.

29 Ağustos 2010 Pazar

Ved’duha…

Bir sabah aydınlığı kabuslarının yükünden kurtardı adamı. Biliyordu oysa, her filmde idamlıkların sabaha karşı asıldığını. Bir aydınlık, bir ateş etrafında dönülecek. Dairelerin yarıçapı küçüldükçe artacak sabahın aydınlığı. Bir kanadı yanacak, bir kanadı teyakkuzda, bir anda kavuşacaktı canına yandığı gizemli aydınlığa. Yabanlar kaybolup gittiğinden dem vuracaktı sonra. Sahne ışıklarını söndürecekti görevliler. Nerden bileceklerdi ki yıldızlar ışığını kime borçlu?

Aslına döndüğünde. Durulmaya yüz tutan gecelere… O zaman asıl, işte o zaman... Ne kadar çok olduklarına kanıp ne kadar yakın olduklarını sananlar için değil, işte o zaman yalnızlıklarına misafir çağıranlar için göz kırpacaktı ne kadar uzaktan da olsa. O geceler, ne unutulduk diyecekler kendi kendilerine, ne gözden çıkarıldık…

Sonra… Sonra öncekinden daha iyi olacaktır. Sonra muhakkak gelecek. Sonrasız olamaz. Şimdiyi hatırlamak ne güzel olacak sonra. Sonra sanki şimdi gibi. Her sonradan bir kurdele sarkmış şimdinin gecelerine. Tadımlık şekerlemeler iliştirilmiş gecelere. Yastık altlarına bile konmasın mı ya bir de, rüyada can çeker diye? Ninnilerde o beste: şimdi hoşnut olmak sonraya hemen taşırmış inananları…

Yetimliğine barınak olana ne desindi küçük yüreği, elinden tutup yol gösterene? Bütün lisanları yokladı bildiği. Bütün yolları denedi “kaçak bir köle” olmaya. Bütün tumturaklı yalanları gırtlak hizasına çıkardı. Gözleri bütün açılara dolaştı kendisini görmemek için. Muhtaç ellerini arkasına gizledi. Olmadı. Bir baktı ki havaya açılmış avuçları. Gece, yıldızlar, göz kırpmalar… Yeniden hatırladı.

Dualarından yetim geçirdi adam. Ellerini ellerine çağıran… Ne güzel eller… Tutunduğu eller ne güzel, tuttuğu eller… Başının okşanmasına mı sevinseydi, saymakla bitiremediği, okşadığı başlara mı? Yetimliğine mi şükretseydi, yetimlerine mi? Yetim yetime, gece geceye, avuç avuca, yıldız yıldıza gönlümü yakalayana...

Duha… Ondan haber verdin ya, özlemiştik sahi, gecelerimiz sana… Ya ne zaman onun kokusu da olur yanında? O zaman bizi de hatırla, bizi de hatırla…