18 Ocak 2011 Salı

İnceleme-Geniş Özet: Vecdi Aral - Hukuk Felsefesi

1991 yılında ikinci baskı olarak Filiz Kitapevi tarafından yayınlanan “Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları” Vecdi Aral tarafından kaleme alınmış. Kitapta önsözde ifade edildiği üzere hukuk felsefesinin temel kavramı “adalet” üzerine ortaya konulan düşünceler tartışılmış. Kitabın büyük bölümünde bir metafor olarak “değer” kavramı üzerinde durulmuş. Bundan başka başat konulardan biri de “pozitivizm yanılgısı karşısında doğal hukukun önemini ve haklılığı” olmuş.

Daha önsözde pozitivist hukuk eleştirisi olarak şu satırlara yer verilmiş:

“Pozitivist bir hukuk felsefesi bile pozitif hukukun yürürlülüğü için doğal hukuka ilişkin temel bir norma muhtaçtır: Bireylerin yürürlükte bulunan hukuka, onu temsil eden üstün güce uymaları gerektiği ilkesi. Aksi halde pozitivist bir hukuk görüşünün pozitif bir hukuk karşısında bireylere “ona uyup uymama keyfinize kalmıştır” demekten başka yapacağı doğru ve bir şey olamazdı.”

Bilim, Felsefe ve Hukuk Felsefesi başlıklı ilk bölümde yazar bilimin değeri ve niteliği üzerinde durmakta ve ifade etmektedir:

“Özellikle, doğal çevrenin kontrol altına alınarak yaşamımızın biçimlenmesi, korunması, rahata kavuşturulması, az da olsa uzatılması bakımından bilimin elle tutulur, gözle görülür başarısı onun değerini, her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracak ölçüde ortaya koymaktadır. Böylece bilimi (…) bu, pratik amacından ötürü sevmek yerinde ve haklıdır.” ( 9)

Yazar bilimin bu yanını “pratik yan” olarak tavsif ederken teorik yanı da “hakikate hizmet” diye ifade eder. İlerleyen satırlarda bilime “insan iradesini eğitmek ve geliştirmek” yönünden ahlaki bir değer isnat edilmiş. Bu hakikat sancısını şu satırlarla ifade etmiş Aral:

“Acı ve sıkıntılarda deney sahibi olan bir kimse, çelikleşmiş bir kimsedir; onun için hiç bir şey güç değildir; bütün büyük ve soylu işler için dayanıklılığı artmış, insanlığı, ahlaki erki gelişmiştir; ayrıca tüm insanlar karşısında derin bir anlayışa da ulaşmıştır. Oysa, acıya dayanıksız kişinin başına bir talihsizlik gelince kalıp değiştirir, ahlaken güçsüzleşir ve çöker; o, kişisel temel değerinde yaralandığı için, bundan böyle artık daha da doğrulamaz.” ( 11)

Aral bilimin değerini bu şekilde ortaya koyduktan sonra “bu değerin çok yüksek tutulamayacağını” söyler:

“Pozitif bilim evresi olan bu evrede, bütün karanlıklar ve yanılgılar ortadan kalkmış, hakikat ve açıklık egemen olmuştur. Bunun sonucu olarak, insanlığın tüm arzu ve umutları, amaç ve idealleri bilime bağlanmış, bununla da, mitik (efsanevi) düşünceden çoktan kurtulmuş olan modern insan, yeni bir mit kazanmıştır.”(11)

“Bu, bilimin değerinin çok yüksek tutulması, bilimcilik (siyantifizm) denilen tinsel (fikri-manevi) bir doğrultuyu gösterir. Buna göre, hakikat ve bilgi, yalnızca bilimin metotlarının ortaya koyduğu şeyden ibaret sayılmış, önceden hakikat ve bilgi kavramları belirtilmediği için, bilimin sahip olduğu metotlarla hakikate ne ölçüde ulaşılabileceği ve bilimin dışında, örneğin felsefe ya da sanat yoluyla bilgi kazanma olanağının var olup olmadığı sorusu bir yana bırakılmıştır.” ( 12)


Kitapta bir fizikçinin (Louis De Broglie) dilinden bilimcilik eleştirisine yer verilmiş:

“İlmin bütün tatbikatı hayırlı değildir ve inkişafının, insanlığın hakiki ilerlemesini temin etmesine yarayacağı kat’i değildir, zira bu ilerleme herhalde, hayatımızın maddi şartlarının yükselmesinden çok daha fazla, insanlığın fikri ve ahlaki yükselmesine bağlıdır. Bununla beraber, ilmin tatbikatının, her günkü hayatımızın bazı taraflarını tatlılaştırmış ve güzelleştirmiş olduğu kat’idir ve tatbikat, onu hak etmesini bilirsek, bu hayırlı işe devam edebilir. O halde ilmi, tatbikatı için, insan hayatına getirdiği teselliler ve rahatlıklar için sevmek meşrudur, fakat unutmamak lazımdır ki, insan hayatı buna rağmen, bizzat tabiatı icabı, kararsız ve sefil kalacaktır. Fakat zannımıza göre, ilmi gayreti, temsil etiği şeyin gayretini takdir ederek sevmek bakımından, başka bir sebep de bulunabilir. Gerçekten, bütün büyük şeyler gibi, bu gayret fikri sahada tam değerini kazanır; ilmi, zekanın büyük bir eseri olduğu için sevmek lazımdır.” (14)

İkinci olarak Felsefe başlığında görüşlerini beyan eden yazar “Felsefe Yapmanın Koşulları” bahsinde merak ve hayranlık unsurundan bahseder, Aral’a göre:

“Merak ve hayranlık, en arı biçimde gelişmişte (yetişkinde) değil, ancak çocukta ya da çocuklukta bulunur. Buna göre deha, sadece uzatılmış bir çocukluktur, çocukluğun uzatılmasıdır ya da çocuk kalmış olmaktır.” (20)

Felsefe yapmanın mantıki koşullarını ele alan Aral bir postüla olarak önümüzde duran her olayın bir sebebi olduğu önermesini eleştirir:

“Doğadaki her olayın bir nedeni olması, mantıki bir zorunluluğu deyimlemez; nedensiz bir olay düşünülebilir; eşyanın düzeninde nedensiz bir olaya rastlamamız, kesinlikle olanaksız bir şey değildir. Bu konuda söyleyebileceğimiz, nedensiz bir olayın düşünülemeyeceği değil, sadece onun bizim için kavranılmaz olduğudur.” (23)

Bununla birlikte Aral ön koşulsuz “tüm etkenlerden bağımsız” bir felsefenin mümkün olmayacağını söyler ve ekler:

“Bilim ve felsefenin bir ön koşula bağlanamayacağı, bilim ve felsefe yapan kişilerin içinde bulundukları real koşullardan soyutlanmış olmasını değil, bilim ve felsefenin içerik yönünden söz gelimi dini bir inanç, önceden hazır bir filozofik sistem, belli bir dünya görüşü gibi, bir takım ön koşullara bağlanamayacağını deyimler. İstenen, düşüncelerin sadece içerik yönünden ön yargılardan arınmış olmasıdır.” (24)

Kitapta en son hukuk felsefesinin üzerinde de durularak Giriş kısmı bitirilmiş. Kitap bu uzun girişten sonra geri kalan kısmı için Hukukun Kültürel Fonksiyonları – Hukukun Toplumsal Fonksiyonları olmak üzere iki ana başlık üzerinde kaleme alınmış.

Hukukun kültürel fonksiyonlarının içinde değer, değer teorisi, ahlak, adalet gibi “tinsel” kavramların hukuk metaforuyla birlikte çağrıştırdığı düşünceler masaya yatırılmış. İlk olarak değer teorisi üzerinde duran yazar hukukta değerlendirme aracı olarak adaleti işaret etmiş. Sık sık ifade edildiği üzere:

“Hukuk insanın doğal olayları ve özellikle doğal davranışları, kısacası “olan”ı, olduğu gibi kabul etmeyen değerlendirici tinsel yanının bir ürünü (tinsel bir yapıt) olarak meydana gelmiş ve bu yolla insani bir dünyayı biçimlendiren “olması gereken”i dikmiştir.”

Bununla beraber Aral’a göre hukukun bir “yeter nedeni”, bir meşruiyet kaynağı olmalıdır.:

“Düşünce dünyasında düşünsel oluşuklar (düşünceler, yargılar) varlıklarını bir başka düşünceden alırlar; düşünceler, bir başka düşüncenin varlığı nedeni ile geçerlik kazanır. Bir düşünce daha açık bir düşünceye indirgenmekle ya da ondan çıktığı saptanmakla varlık (geçerlik) kazanır ve böylece de anlaşılabilir olur. Doğadaki olayların birbirlerini oluşturması gibi, düşünce dünyasında da, düşünceler birbirlerini oluşturur ve temellendirir. Buna mantıkta yeter neden yasası denir. Bir düşünce, yeter nedenlere (neden olan diğer düşüncelere) indirgenebildiği ölçüde geçerlidir ve anlaşılabilir.

İşte hukuk da, bir düşünce oluşuğu olmasından ötürü, ancak yeter nedenlere indirgenmekle varlık ve geçerlik kazanabilir. Bunun içindir ki, pozitif hukukun üstünde, onun düşünsel temelini oluşturacak bir nedene ihtiyaç vardır; çünkü anayasa ile birlikte tüm pozitif hukuk, insanın bir yapıtı olarak çağlara ve toplumlara göre değişen kurallardan meydana gelmektedir. Bu bakımdan onu temellendirecek, gerekçelendirecek daha üstün ve son bir nedenin bulunması mantıken zorunludur.” (44)


Bu makul açıklama bize gösteriyor ki bir hukuk sistemi ona uymak zorunda olanların gözünde geçerli bir başka düşünceye ihtiyaç duyar. Bu düşünce ile hukuk geçerlik kazanır. Bu yüzden normlar hiyerarşisinin en başı Aral’a göre Anayasa değil adalettir.

“Adalete yönelmeyen bir hukuktan söz etmenin anlamı yoktur; nasıl ki, güzelliğe yönelmeyen bir sanat ya da hakikati amaç edinmemiş bir bilim anlamsızsa…” (46)

Aral varlık bilimleri ve değer bilimleri ayrımı yapar ve der ki:

“Objelerin varlık özellikleri ile değer özelliklerinin ve dolayısıyla varlık yargılarıyla değer yargılarının birbirinden çok değişik oluşu bilimlerin de bu açıdan varlık bilimleri ve değer bilimleri olmak üzere bölünmelerine neden olmuştur. Varlık bilimleri objelerin yalnızca varlık yapılarını göz önünde bulunduran bilimlerdir. Bu yüzden onlar varlık yargıları ile iş görürler. (…) Bir kimyacı için kötü kokan bir gaz güzel kokan bir menekşeden hiç de daha az değerli kabul edilmez. (…) Bir matematikçi için de, düzenli bir biçim ile düzensiz bir biçim arasında hiçbir değer ayrımı yoktur. Bütün bu bilimler kendilerini değer yargılarından uzak tutatlat. Değer yargısı vermekten kaçınırlar.” (49)

Değerlere ilişkin iki yanlış görüşten dem vuran Aral haz verici yahut arzu edilen şeylerin değer belirleyici olamayacağını ifade eder.

Değerlerin gerçeklikle ilişkisini Aral şöyle anlatır:

“Bir değer taşıyıcısı olarak gerçeklik, zaman düzeni içerisinde bulunur, bu yüzden de geçici ve değişebilir niteliktedir; oysa gerçekliğe bağlanmış olsalar da, değerler onlarla birlikte ne yok olurlar ne de değişirler. Ahlaklı bir kimse bu yoldaki düşünce ve zihniyetini değiştirebilir ve böylece ahlaklı bir kişilik olma özelliği de ortadan kalkar; fakat, bütün bu durumlarda değerlere hiçbir şey olmaz. Estetik ve etik değerler kendi ideal (düşünsel) varlıklarını, daha doğrusu geçerliklerini, her zaman korur ve sürdürür.” (57)

Değer rölativizmini eleştirel bir bakışla ele alan Aral bir çelişkiden bahseder:

“Kendi septik tezini ortaya atan ve herkesi ona inandırmaya çalışan bir septik düşünelim. Doğaldır ki bu septik, konumuz gereği, değer teorisine ilişkin bir septik olacaktır. Şimdi büyük bir olasılıkla o, tezinde formüle ettiği bilgiye uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra ulaşmıştır ve halen de bu bilgisini başkalarına aktarmak için hiçbir güçlükten kaçmamaktadır. Belki de bu amaçla büyük, bilimsel bir kitap yazmış olup, insanlığın sonunda hakikati öğrenmesi ve süre gelen bir yanılgıdan kurtarması için her türlü araçtan yararlanarak tezini yaymaya çalışmaktadır.

Fakat tüm bu çabalar önceden şunun kabulünü gerektirir ki, kendisince hakikatin bilgisi yüksek bir değerdir. Buna göre, onun septik tezini yayma girişimi, belli bir değerlendirmeye dayalı bulunmaktadır. Bu, şöyle bir değer yargısıdır: hakikati bilmek bir değerdir ve buna karşılık bu bilgiden yoksun kalmak, bilgisizlik ve yanılgı bir değersizliktir. “ (65)


Eleştirilerine devam eden Aral vicdan ve yükümlülük duygusunu irdeler:

“Yükümlülüğün içeriğini sosyal koşullar, kültür ve bunun gibi şeylerin belirlediğini bir an için düşünsek bile bu, vicdan ve yükümlülük duygusunun nereden geldiğini açıklayamaz. Vicdan ve yükümlülük duygusunu yer ve zaman koşullarına bağlı ampirik bir şey olarak anlayıp açıklamaya olanak yoktur. Onu psikolojik bakımdan bilinçaltı ya da sosyolojik açıdan tabu karakterli toplumsal bir istem diye gösterme çabaları vicdanın içeriğini bizzat kendisi ile onun bağlayıcılığı ile karıştırmaktan başka bir şey değildir.

Bu nedenler değerleri sübjektifleştiren bir kimse açık ve tek anlamlı olan bu durumu görmemekte ya da görmezlikten gelmektedir.” (67)


Değer septisizmine yönelik eleştirilerine devamla:

“Değerler kişilere toplumlara ya da çağlara göre değişiyor, değiştirilebiliyor ise onlar insanın düş ve düşüncesinin keyfi ürünü demektir. Böyle olunca da, istenildiği zaman tümüyle ortadan kaldırılmaları olanaklıdır. Oysa tarihte hiçbir zaman ve hiçbir toplumda ne hakikat, ne estetik, ne de değerin tüm ortadan kaldırıldığı, görülmemiş saptanmamıştır.” (68)

İlerleyen sayfalarda müellifimiz değer objektivizminin temellendirmesi üç başlıkta yapar: Fenomonolojik, ontolojik ve kültür felsefesi açısından… Sonuç kısmında yazar şu ifadelere yer verilir:

“Değerlerin değişmesi diye bir şey yoktur; değerlerin niteliğini iyi kavramış bir kimse, böyle bir şeyi kesin olarak olanaksız görür. Olan şey, düpedüz değerlendirmelerin değişmesidir. Kısacası, değerlerin rölativitesi denilen şey, gerçekte değerlendirmelerin rölativitesidir.”(77)

Sonraki sayfalarda değerlerin insanın bireysel-toplumsal yaşamındaki öneminden bahsedilmiş. İnsan varlığının amacını “insan olmaya adanmak” olarak tavsif eden yazara göre:

“Yaşamımızda durgunlukla içimize daldığımız öyle anlar vardır ki, bu anlarda kendimizi gerçekliğin kalbine daha yakın duyar, onun anlamını her günkü gürültülü yaşamımızda olduğundan daha duru bir biçimde görmek fırsatını elde ederiz. Böylelikle yaradılışımızın derinliklerinden “insan olmaya çalış!” diyen bir ses duyarız.

Bu sesin gösterdiği doğrultu, biricik mutluluk yoludur. Bu sese kulaklarını tıkayıp niteliğinin (insan olmasının)iç doğrultusundan uzaklaştığı zaman, en derin bir biçimde mutsuzluğa düşmektedir. Düşünce ve anlam dolu insan (gerçek insan) için asıl mutsuzluk, işte budur: ideale sadık kalmamış olmanın yarattığı sancılı bilinç; gerçek aydın olmaya karşı suç (günah) işlemiş olmanın bilinci…. Gerçekten her insanın önünde ne olması gerektiğini gösteren bir tablo bulunur. O, bunu gerçekleştirmedikçe, kendi kendisi ile barışık değildir.” (80)


Devamla:

“İnsan yaşamının gelişmesi için birtakım içeriksiz “olması gereken”lere, salt buyruk ve ödevlere uymakla değil, değerleri bu dünyada gerçekleştirmekle sağlanır. Salt “olması gereken” ve buyruklar, insan üzerinde çekici bir etkiden çok, korkutucu bir etki yapmaya elverişlidir. Bu “olması gereken”in özellikle olumsuz bir biçimde deyimlenmesinde, örneğin “öldürme!”, “çalma!”, gibi hemen hemen sadece yasaklardan bahsedilmesinde açıklıkla görülür. İnsan, daha çok genç insan, sahip olduğu güçleri kullanmak ister ve bunun için de onun, olumlu ideallere ihtiyacı vardır. O, ne yapmayacağını bilmekten çok, neyi yapabileceğini, neyi yapması gerektiğini bilmek ister. Yasaklar, buyruklar ve salt ödevler enerji dolu genç insana, etkinlikten yoksun, bunalım dolu bir yaşam önermektedir ki, o buna asla katlanamaz.” (81)

Aral bahsettiği bu değerler bütünü hakkında somut bir isimlendirme yapmasa da biz biliyoruz ki İslam hukuku tam bu noktada hayatı bütünüyle kavramakta, hitap ettiği insanda bir sorumluluk bilinci, bir vicdan, bir iç tutarlılık oluşturmayı hedef almaktadır. Değerden ari bir hukuku eksik kabul eden yazar isabetle şöyle der:

“İnsanlar arası davranış ilişkilerinin kuralı olarak kabul edeceği hukuku meydana getirirken de insan, onu sırf doğal ihtiyaçların yoluna ya da salt kaba gücün buyruğuna değil, daha çok özellikle, yüksek etik bir değer olan adalet hizmetine koymak durumundadır.”(83)

İlerleyen sayfalarda hukuk ve ahlak başlığı altında hukukun bağlayıcılığı tartışılmış:

Bireylerin bu hukuki ödev ve buyrukları içten benimsemeleri, daha doğrusu hukukun, bireylerin içten benimseyeceği bir öğeyi içermemesi durumunda, onun yürürlük ve bağlayıcılığının rastlantıya kalacağı ya da, hukuk düzenine (toplumsal düzene) büyük ihtiyaç duyduğuna göre, dış zorlamaya sırf devlet gücüne dayanacağı açıktır. Bununla da, hukukta bizi bağlayan şeyin kendi irademiz değil, yabancı bir irade olduğu, tümüyle hukukun yasa koyucu dediğimiz yabancı bir iradenin bize yüklediği yasak ve buyruklardan oluşan bir sistemden ibaret bulunduğu görüşüne varılmış olacaktır.” (90)Y

azar Kant’ın deyimiyle “emperatif, kesin bir buyruk olan” ahlaki değerlerin içinde saydığı adaleti ve bunun tezahürü olan hukuku bu yönüyle bağlayıcı kabul eder:

“Hukukun bağlayıcılığının temelini, insanın tinsel yanında kök salmış bulunan adalet değerinin oluşturduğu, böylece bir “olması gereken”ı deyimleyen hukuk normlarının, adalet değeri dediğimiz son bir “olması gereken”e dayandığı ya da dayanmak durumunda olduğu belirtilmelidir.”(92)

Adalete dayanmayan bir hukukun egemen bulunduğu bir yerde, hiçbir ödev kavramı bulunmayacak, hukuk güçlülerin güçsüzlere karşı güç kullanmasından ibaret olacaktır.”(93)

Bundan sonra Ahlak Teorisi başlığı altında mülahazalarda bulunan yazarımız ahlaki olanın niteliği, ahlaki değerler tablosu, irade özgürlüğü konuları üzerinde durmuş. En son adaleti hukuki bir değer olarak ele alıp ikinci bölüme; hukukun toplumsal fonksiyonuna geçilmiş.

Hukukun toplumsal fonksiyonu üzerindeki değişik görüşleri ele alan Aral, teolojik görüşün şu görüşlerine yer vermiştir. Teolojik görüşün hukuk felsefesi alanında kurduğu paradigmaya göre üç çeşit yasa vardır: 1.sonsuz ebedi yasa (lex aertena) 2. Sonsuz yasanın içeriğine aykırı olmamak ve hizmetinde bulunmak üzere, doğal yasa (lex natüralist) 3. İnsanlar tarafından yapılan ve doğaya uygun olması gereken, yer ve zamana göre değişebilen yasa (lex humana) ( 139)

Bizim de cümlelerimizi katarak yeniden açıklarsak: 1. sonsuz-ebedi yasa Rabb’in iradesi, O’nun hakimiyeti, sünnetullah, kozmik düzene konulan kevni yasalar, statik kader… 2. doğal yasa, sonsuz yasanın insanın aklına yansıyan kısmı, fıtrat, vahiy, selim akıl, adalet… 3.insan yasası hükümler, içtihadlar, fetvalar… şeklinde bir genel tasniften bahsedilebilir.

İlerleyen sayfalarda hukuku toplumsal bir düzen olarak ile alan yazar şu cümleleri kullanmış:

“Hukuk belli bir davranış için insana, yalnızca adalet adına buyurabilir ve onu bu davranışa zorlayabilir. Bu bakımdan sosyal bir düzen ancak, bir güç kullanılmasından daha çok bir şey olduğu, zamanının koşulları altında sosyal açıdan doğru ve adaletli olanı gerçekleştirmeye çaba gösterdiği zaman hukuk olarak kabul edilebilir. İnsanları bir arada tutan her düzen bir hukuk düzeni olamaz. Bir düzenin hukuk düzeni karakterini kazanabilmesi için, akla ve vicdana uygun bulunması gerekir. Bu nedenle, örneğin köyü basan bir çetenin gücüne dayanarak köy halkından para toplaması, buna benzer daha başka buyruklar ya da yasaklar koyması ve bunların yürürlülüğünü uzun zaman sürdürebilmesi, hukuk ve devlet düzeni ile ilgili bir şey değildir.

Böylece, bir hukuk düzeninin sağlamlığı ve sürekliliği de, onun zorla gerçekleştirilmesinde değil, adalet değeri dolayısıyla insanların ona kendiliklerinden içeriğini onayarak uymalarında temellendirilebilir…” ( 171)


Yazar hukukun ahlaktan ayrılmasını işler, ve der ki:

“Hukukun sırf iç eylemleri dikkate aldığı da söylenemez; o dış davranışların yanı sıra iç eylemleri, zihniyeti ve ruh durumunu da dikkate alır. Bilindiği gibi, hukukta kast savsaklamaya (ihmale), kötü niyet ile iyi niyete oranla başka başka değerlendirilir. Teamüd, kast, tedbirsizlik gibi bu tür ayrımlara, özellikle ceza hukuku alanında rastlanmaktadır.”( 185)

İlerleyen sayfalarda:

“Ahlak birey üstü objektif değerler düzenine ilişkindir. Bireysel vicdan, bu düzenin kökeni ve yaratıcısı değil, yalnızca algılama organıdır. Bu objektif değerler düzenine bağlı olarak ahlak, bireysel vicdanlarda ister gerçekleşsin ister gerçekleşmesin, karşımıza salt ahlak, salt ahlaki “olması gereken” biçiminde çıkar. Bütün ahlakın ve ahlakiliğin amacı (ideali) bu salt ahlaki “olması gereken”i gerçekleştirmektir.”( 190)

Bir sonraki bölümde doğal hukuk idealini inceleyen Vecdi Aral pozitif hukukla karşılaştırmalar yaparak doğal hukuk destekleyicisi mülahazalara yer verir:

“Pozitif hukukun iyi bir iradenin ürünü olabileceği kadar çok kez rastlantıya dayalı yargıların ve bazen de kötü bir iradenin ürünü olabileceği için daha çok geçici ve kusurlu bir insan yapıtı olması karşısında ondan kuşkulanan insanın umudu çok eskiden beri doğal hukuka bağlanmıştır” ( 198)

Yazar doğal hukuku çeşitli yönleriyle ele alamaya devam eder:

“Adalet düşüncesi çok genel ve soyut, adeta içeriksiz oluşundan ötürü, hukuk düzenlerinin böylece de hukuk biliminin istenen çelişmesiz birlik ve bütünlüğünü sağlamada yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, ona içerik kazandıracak ve hukukun birliğini gerçekleştirmek üzere uygulanmasını olanaklı kılacak, hukuk düzeninin kademeli yapısında bir takım ara ilkelere ihtiyaç olduğu ortadadır. İşte doğal hukuk, bu ara ilkeleri temsil edecek ve etmektedir.” (210)

Bundan sonra bu doğal hukuk ilkelerini özgürlük, barış, eşitlik, güvenlik gibi başlıklarda ele alan yazar eserine son vermektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder